25 Kasım 2008 Salı

BİLİNÇ ÜNİVERSİTESİ REKTÖRÜ "GALİP BARAN" ADI'NIN; MUĞLA-BODRUM, TURGUTREİS'DE, BİR CADDE, KURUM VEYA KURULUŞA VERİLMESİ İSTENDİ
İSİM TEKLİF HABERİ
Prof. Dr. İsa Kayacan’dan:
Turgutreis Belediye Başkanlığı’na Galip Baran adının bir sokak, cadde, kurum veya kuruluşa verilmesi teklifi
ANKARA
- (Ece Ajans, 25 Kasım 2008) “Sorun Bencillik-Çözüm Sencillik - Çalışmanın en yücesi ulus için olanıdır - Temizlemek değil, kirletmemek önemli” gibi sloganlarla toplumumuzdaki sorunların çözümü için çaba gösteren, Araştırmacı ve Toplumbilimci, Bilinçolog Galip Baran’ın adının bir sokak, cadde, kurum veya kuruluşa verilmesi için, Gazeteci-Yazar Prof. Dr. İsa Kayacan Muğla İli’nin Turgutreis Belediye Başkanlığı’na teklifte bulundu..
Prof. Dr. Kayacan; “Galip Baran’ın Toplumsal Bilinci” başlığıyla yazdığı, Belde (Ankara), Anayurt (Ankara), Şafak (Aydın), Burdur (Burdur), Van Postası (Van), Zafer (Gaziantep), Kent (Kilis), Tefenni’nin Sesi (Burdur), Burdurlunun Sesi (Burdur) Sonsöz (Ankara), Sorgun Postası (Yozgat), Yeni Söke (Aydın), 24 Saat (Ankara), Gündem (Ankara) isimli gazetelerdeki köşelerinde yayınladığı makalelerini de eklediği başvuru yazısında;
“-Toplumsal bilinç lideri Galip Baran, benzeri az görülen örneklerdendir. Beldenize, bölgenize ve ülkemize yaptığı hizmetlerin dikkate alınarak vefa örneği göstereceğinize inanıyorum” dedi.

17 Kasım 2008 Pazartesi

Valilik Makamına
ANKARA

KONU: Ankara’da “bilinç” konusunda vereceğimiz “açık hava konferansı” ve bu konferansla bağlantılı etkinlikler hakkında,
"AÇIK DİLEKÇE"
Sayın Vali,
Yıllardır çevre, tüketim, trafik, sağlık, vergi, rüşvet, iş ahlakı, milli servet, imar ve her şeyi devletten bekleme gibi alanlarda başlattığımız, “okul dışı eğitim” olarak tanımladığımız, zamanla insan davranışlarını ve nedenlerini mercek altına aldığımız projelere dönüşen bazı çalışmalar yapmaktayız.
Bu çalışmalarda: (a) “yeni bir bilinç anlayışı” geliştirdik, (b) “yurdumuzu ve milletimizi özümüzden çok sevme”yi öğrendik, (c) bazılarımız “yasa bağımlısı” olduk, (d) bir Bilinç Üniversitesi kurduk…
Yaklaşık 20 yıldır devam eden bu çalışmalarda edindiğimiz birikimi bir açık hava konferansı ve bağlantılı etkinlikler aracılığıyla toplumla paylaşmanın faydalı olacağı ve aşağıda açıklandığı üzere bir “BOŞLUk”U dolduracağı düşünülmektedir.
Gerçekleştirmek istediğimiz etkinlikler:

* Yüksel caddesinde, açık havada bir konferans verilmesi ve konuyla ilgili görsel malzemenin sergilenmesi.
* 1996 yılında, Bodrum’da, “trafik kurallarına uyalım uymayanları uyaralım” çağrısından esinlenerek başlattığımız çalışmalarda geliştirdiğimiz, “trafik terörüne son verme ve demokrasiyi tabana yayma projesi”nin Kızılay Meydanı yaya geçitlerinde uygulanması.
* 10. 08. 2000 tarihinde, Bodrum’da, toplumda sigara içme alışkanlığını aşağı çekmek amacıyla başlattığımız, “izmarit toplama projesi”nin Kızılay çevresindeki sokaklarda uygulanması.
Kamu yararına dernek, vakıf ve meslek örgütlerinin, özellikle de başta sayılan alanlarda yaşanmakta olan sorunları önlemeden sorumlu üst düzey yetkililerin izlemelerini beklediğimiz bu etkinliklerle ilgili PROGRAM ilgililerle yapılacak görüşmelerden sonra kesinleşecek ve açıklanacaktır…
Sayın vali,

Bizler, iki yıl önce, Muğla Valiliğinin “olur”u ile, ilk ve orta öğretim okullarında bilinç konferansları vermeğe başladık. Bu tür konferansları verecek eleman sayısını çoğaltmak amacıyla bir seminer düzenlemek istedik. Bu konudaki başvuruya, İl Milli Eğitim Müdürlüğünce verilen yanıtta, bilinç konusunda bir seminer verebilmemiz için bir “Usta Öğretici” belgesine sahip olmamız gerektiği ifade edildi.
Sözü edilen belgeyi talep etmemiz üzerine, anılan müdürlük, talebi karşılamanın kendilerini aştığı yolunda bir yanıt verdi. Konunun M. E . Bakanlığına iletilmesi için yaptığımız başvuruya Bakanlıkça verilen yanıtta, bilinç konusunda “Usta Öğreticilik” belgesi vermenin mümkün olmadığı; konunun Çıraklık ve Yaygın Eğitimi Genel Müdürlüğü mevzuatında yer almadığı ifade edildi.
Görüldüğü üzere; toplumun, başta sayılan alanlarda nasıl bilinçlenebileceği konusunda bir “BOŞLUK” mevcuttur. Bilinç Üniversitesi’nin, gereken ilginin gösterilmesi ve desteklenmesi durumunda, bu “BOŞLUK”u doldurmada etkili bir işlev göreceğine inanıyoruz...

Yukarıda sözü edilen çalışmalarda da saptadığımız üzere, bilinçsiz bir toplum olduğumuz gerçeği karşısında, Ankara’da gerçekleştirmek istediğimiz “açık hava konferansı”na ve bu konferansla bağlantılı etkinliklerimize destek vermenizi bekliyoruz?.
Saygılarımızla.
Galip BARAN
Rektör
Bilinç Üniversitesi / Turgutreis-BODRUM
TEL: (0252) 382 34 77 / (0535) 844 84 76
E-posta:
galipbaran@ttmail.com / galipbaran@mynet.com
WEB: www. bilinc-universitesi.blogspot.com /
www.turkcelil.com/ http://www.galipbaran.blogspot.com/

13 Kasım 2008 Perşembe

DOĞUŞ GRUBU BAŞKANI FERİT ŞAHENK’E TEESSÜFLER VE HALKTAN ÖZÜR İSTEMİ…
Sayın Ferit Şahenk,
Doğuş Grubu Başkanı
Yenilenme (restorasyon) SPONSORLUĞUNU üstlenerek katkıda bulunduğunuz Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası (CSO) Salonuyla ilgili olarak iki gün önce düzenlenen basın toplantısında sizi dinlerken ÖFKELENDİM.

Kendi adıma değil, yaşamlarına karınca kaderince katkıda bulunmağa çalıştığım Turgutreis halkı adına…
Başkanı olduğunuz Doğuş Grubu, Turgutreis Yat Limanını, ÇED Raporunda öngörülen önlemleri hiçe sayarak, denizi kirleterek, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i araya koyarak inşa ettiği için...
Doğuş Grubu’nu bu ZORBALIĞI nedeniyle kınıyorum...
Hukuk dışı dayatma ve ZORBALIK bu kadarla kalmadı…
Turgutreis Yat Limanı giriş kapılarında bekçi kulübelerini güneşten korumak için konmuş olan brandaların çelik halatlarla zemine tesbit edilişinde, yaya kaldırım kesintiye uğratıldı; insan hakları ve trafik güvenliği hiçe sayıldı; kamusal alana tecavüz edildi.

“TRAFİK HAYATTIR” diyen Doğuş, Turgutreis'de bunu da yaptı…
Turgutreis Belediye Başkanı (Yat Limanına "ÖVÜNÇ MADALYAM" diye sahip çıkan A. Server Yazgan) bu sorunun giderilmesi için yaptığımız başvuruları, NE HİKMETSE, dikkate almadı. Sorunun telafisi yönünde yetkisini kullanmadı. En azından görevini yapmadı.
Ankara’da CSO için 10 milyon YTL harcayan Doğuş Grubu Turgutreis’teki bu basit sorunla ilgilenmedi…
Sayın Şahenk!
Parasal yönden dünyanın sayılı BÜYÜKLERİ arasındasınız.
Şu var ki, BÜYÜKLÜK parayla ölçülmüyor. Kamu aleyhine edinim ve tasarruflara da neden olabiliyor...
Bu vesileyle;
1. Turgutreis halkı adına dile getirme gereğini duyduğum TEESSÜFLERİMİN sebebi olduğunuzu bilmenizi,
2. 'İnsan hakları, trafik güvenliği ve kamusal alana tecavüz" fiillerine konu olan bu yanlış tasarrufdan kaynaklanan hatayı tamir ve telafi etmenizi,
3. “TRAFİK HAYATTIR” diyen Doğuş Grubu Başkanı sıfatıyla en kısa sürede özür dilemenizi istiyorum…
Saygılarımla.
Galip BARAN
Rektör/ Bilinç Üniversitesi / Turgutreis-BODRUM

TEL: (0252) 382 34 77 / (0535) 844 84 76
E-posta:
galipbaran@ttmail.com / galipbaran@mynet.com
WEB: www. bilinc-universitesi.blogspot.com /
www.turkcelil.com/ www.galipbaran.blogspot.com ...
*******
REFERANS HABER: CSO BASIN TOPLANTISI (Ankara: 12 Kasım 2008)
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın salonunun yenilenmesiyle Ankara'nın çağdaş ve modern bir sanat mekanına sahip olduğunu belirterek, "Ankara'nın bundan daha iyisine ihtiyacı olduğuna çok inanıyorum.
Ama bu yapı açısından son derece çağdaş, modern, ihtiyaca uygun bir yeni düzenleme yapıldı" dedi. Günay ve Doğuş Grubu Başkanı Ferit Şahenk, bu akşam gala konseri ile gerçekleştirilecek resmi açılış öncesi CSO'daki yenileme çalışmaları ile ilgili basın toplantısı düzenledi.
CSO fuayesindeki basın toplantısında Bakan Günay, 200 yıla yakın bir geçmişi bulunan orkestranın temellerinin 1826 yılında Sultan II. Mahmut tarafından "Mızıka-ı Hümayun" adı altında atıldığını, 1924'te Atatürk tarafından Ankara'ya taşındığını ve 1932'de "Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası" ismini aldığını söyledi. Günay, geçen zaman içinde salonun ihtiyaçlarının ortaya çıktığını ve geçen yıl Aralık ayında imzalanan protokolle salonun yenilenmesinin Doğuş Holding tarafından üstlenildiğini kaydetti.
Binanın yenilenmesinin yaklaşık 8 ay sürdüğünü belirten Günay, projede bulunmayan bina ve dış mekandaki bazı düzenlemelerin yapılması konusunda da Doğuş Holding'in kendilerinin ricalarını kırmayarak bunları da gerçekleştirdiğini ifade etti. Günay, sözlerini şöyle sürdürdü: "Galiba sıra şimdi Opera Binası'na geliyor. Bundan sonra Opera Binası'nı ele almamız gerekiyor. Bir yandan eski binalarımızı restore etmeye çalışırken, estetik ve teknik açıdan iyileştirmeye çalışırken yenilerini de yapmamız gerekiyor.
Bunun yanındaki, 1994-95 döneminde temeli atılan ve yaklaşık 10 yıldan bu yana içine iş makinesi girmeyen büyük senfoni binasının da bu yıl içinde inşaatı başladı. Onu da önümüzdeki yıllarda hızlandırmaya ve Ankara'nın Cumhuriyet başkentine yakışır yeni, büyük, görkemli, güzel bir yeni salona kavuşmasını sağlamaya çalışmak gibi bir niyet ve kararımız var."
Doğuş Grubu Başkanı Şahenk de CSO'nun Türkiye'nin her köşesinde konserler vererek çok sesli müziği tanıtıp sevdirmeyi amaçladığını söyledi. Şahenk, projenin maliyetinin sorulması üzerine, "Buranın maliyeti takribi 10 milyon YTL kadar oldu.
Maliyetinden çok, güzel Ankaramıza, başkente ne değer kattığı önemlidir. Biz bunun için maliyetinden çok, kalıcı olarak birşey yapmanın hazzını yaşıyoruz" yanıtını verdi. CSO'nun salonunda yapılan yenileme çalışmaları sonucunda, üç katlı yapının, her bölümü ayrı işlevlere göre düzenlendi. (12 Kasım 2008-Gazeteler)

11 Kasım 2008 Salı

HODRİ MEYDAN !....
Subject: Re: [e-turkiye.gen.tr] 16147
::: NASIL GELDİK BU HALE ?...
Sayın Arzu Kök!
Nasıl bu hale geldiğimizi soruyorsunuz.
Bu sorunun yanıtını yıllardır veriyorum!
Bana, "dilimde tüy bitti", "sağır sultanlar duydu"!dedirten yanıt şu:
Cumhurbaşkanlarına, Başbakanlara, Milli Eğitim Bakanlarına, İç İşleri Bakanlarına, TBMM Başkanlarına, Genel Kurmay Başkanlarına, Kuvvet Komutanlarına, Belediye Başkanlarına, haliyle, Valilere ve Kaymakamlara da anlatamadığım "yurdu ve milleti özden çok sevme ilkesi" var ya işte sorun bu.
Ben kim miyim?

Bazılarının övdüğü, bazılarının "şov" yapıyor dediği Turgutreis'in Diyojen’i Galip Baran!
Yeri gelmişken, ben kendisini sütten çıkmış ak kaşık gibi görenleri, özellikle de yukarıda sayılan makamları devletten maaş da alarak işgal edenleri "YURDU VE MİLLETİ ÖZDEN ÇOK SEVME YARIŞINA” davet ediyorum!..
Varsa yurdu ve milleti özden çok sevdiğini sanan program yapımcıları ve TV Kanallarını da böyle bir yarışma düzenlemeye çağırıyorum!
Ayrıca, böyle bir program yapacak kanalın Reyting Rekoru kıracağına kalıbımı basarım!
Yanlış anlamadınız.
Bugünkü ve Yaşayan Cumhurbaşkanlarını, Başbakanlarını, TBMM Başkanlarını, hasılı yukarda sayılan ve devletten hala kıyak maaşlar alan, eski yeni devlet adamlarına; ticaret erbabına ve Doğuş Holdingi başta olmak üzere tüm para babalarına; bana, umursamazlıklarıyla, çıkardıkları engellerle, benimle dalga geçişleriyle, gözaltına alışlarıyla Bilinç Üniversitesini kurduran "özümden çok sevdiğim" herkese

MEYDAN OKUYORUM!...
HODRİ MEYDANNNNNNNNNNNNNNNNNNNNNNNNNNNNNNNN!
GALİP BARAN
Sana da..... Sayın ve kadim dost Mustafa Nevruz SINACI, SANA DA!
***
Original Message:…

From: arzu kok, Sent: Monday, November 10, 2008 4:52 PM
Subject: [e-turkiye.gen.tr] 16147 NASIL GELDİK BU HALE?...
NASIL GELDİK BU HALE?...
ARZU KÖK
Türkiye'nin en büyük derdi nedir acaba? Şöyle oturup bir düşünsek saymakla bitiremeyiz heralde. Ama önce sayıp sonra sıralamak gerekiyor sanırım. Mesela sayalım: "Terör mü, irtica mı, bölücülük mü, fakirlik mi, işsizlik mi?" yoksa "Ciddiyetsizlik mi, disiplinsizlik mi, plansızlık mı, programsızlık mı?" Ve daha bir çoğu... Ama bunların arasında biri var ki son günlerde gündemimizi sürekli meşgul eden "ahlaksızlık." Hele ki seks manyaklığı aldı başını gitti. Aklıma geldi de ülkeye şeriat getirmeye çalışanların istediği gibi bir şeriat devleti olsaydık sanırım ülkenin yarısı uzuv'suz kalacaktı. Yazık!...
Parkta gençlerin banklarda el-ele oturup, öpüşüp koklaşmaya çalışmalarını engelleyen, engellerken de "Burası aile parkıdır!" diye bağıranları gördüm kaç sefer. Gençler birbirine dokunamaz. Zihniyet böyle buyuruyor. Her şey yasak. Hele ki seks tümüyle yasak bu zihniyette. Ancak bu zihniyet Hüseyin Üzmez'in yaptığı gibi sapıklıkları hoş görüyor. Çocuklarımızı yetiştireceğimiz bu ülke nasıl bu hale geldi? Düşündükçe moralim bozuluyor canım sıkılıyor.
Yıllardır toplum olarak sapıklığı dağlarda sandık biz. Hep uzaklarda yapılır zannettik. Görmedik, yok saydık veya sustuk. Utandık. Sapıkların utanmasını sağlamamız gerekirken, boynumuzu büküp sırlarımızı içimize attık. Oysa bu sapıklar dağda değil, dibimizdeydi, ailemizdeydi, mahallemizdeydi. Ama hep sakladık onları. Hata yaptık.
Sapıklar ise devam ettiler yaşamlarına. Çünkü biliyorlardı ki deşifre olmayacaklardı, edilseler de nasılsa affedilecekti. Sürekli onlar affedildi, onları deşifre edenler suçlu ilan edildi. Yani onlar teşvik edildi biz sindirildik, susturulduk. İşte bu nedenle de ülkemizde kız çocuklarının ve son zamanlarda erkek çocuklarının da taciz ve tecavüz büyük oranda arttı. Haberlere bakar mısınız? Öz kızıyla ilişki kurup bir yılda üç kere kürtaj yaptıran baba mı istersiniz, kendine kuma arayan kadın mı, yoksa anasıyla metres yaşayan evlat mı? Hepsi var...
"17 kız öğrenciyi diri diri toprağa gömen bir patlama, ardında tekinsiz kasaba filmlerini andıran bir muamma bırakarak hasıraltı edildi Konya'da. Patlamada ihmal görüldü. Ama enkaz altında kalarak ölen 17 kızdan hiçbirinin ailesi şikâyetçi olmadı."
"Çorum'un en muhafazakâr vakfının şube başkanı, aynı zamanda "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi" öğretmeni... Geçen hafta, vakfına kursa gelen kızlara cinsel istismar iddiasıyla tutuklandı. Bu kez, tacize uğradığı öne sürülen kızın, halen imam olan babası şikâyetçi olmuştu. Ancak mahalleli devreye girdi ve ifadeler değişti." Ve daha binlercesi…
Kız-erkek, genç-yaşlı, çocuk-büyük, bakire veya değil fark eder mi peki? Veya bunların köy, kent, kasabada olması fark eder mi? Bir tecavüz söz konusudur ve dünyanın tüm gelişmiş ülkelerinde bu suçun cezası müebbet hapis veya idamdır. Biz ise bunları affedip dışarı salıyoruz. Ve bu insanlar utanma duygularını da yitirmişler. Pişkinlik kelimesi yetmez. Hatta arsızlık, yüzsüzlük dahi az kalır bunların yaptıkları yanında. Bunlar yetmezmiş gibi kanal kanal gezip yaptıkları rezillikleri anlatıyorlar yüzleri kızarmadan. Nasıl dayak attığını, kocasını-karısını nasıl kandırdığını, karısını nasıl sattığını, bir çocuğa nasıl tecavüz ettiğini, nasıl birinin canına kıydığını… Tüm kanallarda rahat rahat anlatıyorlar.
Midem bulanıyor resmen. Bu nedenledir ki kadınlar Hüseyin Üzmez olayını sonuna kadar takip etmeli, işin üzerine gitmelidirler. Mesela bunca olay olurken Emine Erdoğan, Hayrünnisa Gül neden sessiz kalıyorlar? Kadın kuruluşlarının bu konu üzerindeki çalışmalarına destek verecekler mi acaba? Tüm bu soruların yanıtını bilmiyoruz şimdilik ama bildiğimiz bir şey var ki herkes, kadın kuruluşlarının Hüseyin Üzmez'in cezalandırılması mücadelesinde yer alması gerektiğidir. Bu konunun üstü kapatılmamalıdır.
Adı Hüseyin Üzmez veya ne olursa olsun hiçbir erkek artık bu yaptıklarının cezasız kalmayacağını anlamalıdır. Ve bu insanlar öylesine hor görülmelidirler ki ölünceye kadar bu utançla yaşamak zorunda kalsınlar.
Arzu Kök /
kok.arzu@gmail.com
***********************************************YORUMLAR:
Kimden:"ACIKGOZ, Namik"
Kime: "galipbaran"
Konu: YNT: [G4] YURDU VE MİLLETİ ÖZÜNDEN ÇOK SEVENLERİ DE GÖRDÜK
Tarih: 10/11/2008 23:06
Sayın Baran,
Uğraşılarınızı takdiretmemekmümkün değil ama biraz heveskar (amatör) ve naif kalmıyor musunuz?
Bugüne kadar asla aşırı tüketmedim; vergi kaçırmadım; çevreyi kirletmedim; milli servete zarar vermedim; yanlış yere bilmeden park etmek dışında trafik kurallarını ihmal etmedim; ne rüşvet aldım ve ne de rüşvet verdim; imar yasasına aykırı işler yapmadım; iş ahlakını hep korudum; toplum sağlığına aykırı hiç bir faaliyetim olmadı; herşeyi devletten asla beklemedim ve hatta "YURDUMU VE MİLLETİMİ ÖZÜMDEN ÇOK SEVDİĞİMİ hep haykırdım. Ama İlkokulda benimle beraber "yurdunu ve milletini özünden çok sevdiğini" haykıran bazı arkadaşlarımın bazılarının Rusçu, bazılarının Çinci-Arnavutlukçu, bazılarının İrancı, bazılarının da Arabistancı olduklarını görünce aklım şaştı. Fakat ben "yurdumu ve milletimi özümden çok sevdiğim"i haykırmaya devam ettim. Bir gün gördüm ki, özümden çok sevdiğim bu yurdun ve milletin yöneticileri beni sevmiyor!... Benim irademe saygı göstermiyorlar.Benim irademin temsilcilerini dar ağaçlarında idam ediyorlar. Benim irademi temsil eden Cumhurbaşkanına "Cumhurbaşkanı-M" demiyorlar... 9'un 367'den daha büyük olduğunu söylüyorlar.
Şimdi siz söyleyin lütfen, ben vaktiyle heyecanla söylediğim o "özümden çok sevmek" cümlesini nasıl söylerim?...
Selamlarımla...
Rektör olmayan Prof. Dr. Namık Açıkgöz


*********
----- Özgün İleti -----Kimden : "FIKRET KUSÇUOGLU"
Kime : galipbaran@mynet.com
Gönderme tarihi : 10/11/2008 22:24
Konu : RE: [G2] MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI'NA ÖNERİ 'MÜFREDAT PROGRAMI'
Sevgili Galip Baran Kardeşim,yeni müfredat proğramınızı içtenlikle destekliyorum.Ben,milletime 40 yıl hizmet etmiş emekli bir eğitim yöneticisiyim.Çalıstığım sürece çocuklarımız 40 yıl süreyle andımızı okudu,okudu papağan gibi de ne kazandık.Sadece ant içti,koro halinde söylettik,yeminler ettirdik de işin içeriğini kavratamadık.Doğruyum dedi kopye çekti,ikmale kalan çocuklarımız çalışkanım dedi sınıfta kaldı ve göz göre göre yalan söyledi,göz göre göre yalan söylettik.Ne küçüklerini koruyabildi,ne de büyükerini sayabildi,yurdunu milletini canından çok sevmeyi öğrete bilseydik bu durumlara düşermiydik hiç.Hayali ihracatçılar,din istismarcıları,çeteler,dişleyenler,gündüz fenerleri bu kadar çoğalır mıydı.Sevgiyle kalınız. FİKRET KUŞÇUOĞLU

10 Kasım 2008 Pazartesi

YURDU VE MİLLETİ ÖZÜNDEN ÇOK SEVMEYİ ÖĞRENMEK İSTEYENLER İÇİN MÜFREDAT PROGRAMI (*)
Ben ……. ……..
BUNDAN BÖYLE:
(A) Aşırı tüketmeyeceğime,
Vergi kaçırmayacağıma,
Çevreyi kirletmeyeceğime,
Milli servete zarar vermeyeceğime,
Trafik kurallarını çiğnemeyeceğime,
Rüşvet vermeyeceğime/almayacağıma,
İmar yasasına aykırı işler yapmayacağıma,
İş ahlakının korunması için çaba göstereceğime,
Toplum sağlığına aykırı alışkanlıklar edinmeyeceğime,
“Her şeyi devletten bekleme alışkanlığı”mı terk edeceğime,
Diğer deyişle, KIRMIZIDA DURACAĞIMA,
(B) : Sayılan alanlarda KIRMIZIDA GEÇMEK isteyenleri, SOSYAL YAPTIRIM olarak bilinen yöntemle uyaracağıma,
(C) : Uyardıklarına, kendilerinin de başkalarını aynı yöntemle uyarmalarını önereceğime, SÖZ VERİYORUM.
=============
KIRMIZIDA DURMAK:
Her türlü yanlış, iş, davranış ve haksızlıktan kaçınmayı, eşdeyişle, “bencilce yaşamak”tan vaz geçmeyi öngören bir “İLKE” dir.
SOSYAL YAPTIRIM :
“Kırmızıda geçmeğe kalkışanı, eşdeyişle, bencilce davrananı, anında, yüzüne karşı, utanmaktan başka bir tepki gösteremeyecek şekilde uyarmak” tır.
(*) : Bireye nefsiyle nasıl savaşacağını öğreten bu MÜFREDAT, Atatürk’ün onayı alınarak yayınlanmıştır.
Galip BARAN, Rektör
Bilinç Üniversitesi / Turgutreis-BODRUM
TEL: (0252) 382 34 77 / (0535) 844 84 76

8 Kasım 2008 Cumartesi

ATATÜRK'ÜN ÇALIŞMAK ÜZERİNE SÖZLERİ
From: © Özkan BOSTANCI
To:
..::CTO..:: ..::CiHAN TÜRK OLSUN::..
Sent: Thursday, November 06, 2008 8:06 PM
Subject: RE: ATATÜRK'ÜN ÇALIŞMAK ÜZERİNE SÖZLERİ
Sayın Galip BARAN merhaba, ilginiz ve açıklamalarınız için teşekkür ederim.
***
SAYIN ÖZKAN BOSTANCI'NIN (Ö. B.) "ATATÜRK'ÜN ÇALIŞMAK ÜZERİNE SÖZLERİ"BAŞLIKLI YAZISI İLE İGİLİ DİYECEKLERİM (G.B.)
Ö. B. : İnsanlar dünyaya mukadder oldukları kadar YAŞAMAK için gelmişlerdir. YAŞAMAK demek FAALİYET demektir. (1)
G. B. : Yaşamak denilince aklıma Einstein'nin bu konuda söyledikleri gelir (Ataol Behramoğlu/ Cumhuriyet/ 5. 08.2000): "Yeniden genç bir adam olsam ve nasıl yaşayacağımı tasarlasam bilimci, akademisyen ya da öğretmen olmak istemem. Mevcut koşullarda hala var olan küçücük özgürlüğü bulabilmek umuduyla muslukçu ya da seyyar satıcı olmak isterdim."
. Einstein'in düşünceleri içinde "başkaları için yaşamak" kavramı, denebilir ki en geniş yeri tutuyor ve bu kavramın özveriyle bir ilgisi yok.
Çünkü insan olmanın ve mutluluğun koşuludur bu:
"Sadece başkaları için yaşanan bir hayat, yaşamaya değer bir hayattır". "Eğer bir yaşam tümüyle kişisel arzuları tatmine yönelmişse er ya da geç, acı bir düş kırıklığına yol açar". Ya da: "Bir insan kendi yaşamını dikkate alır da türdeşi yaratıklarınkini dikkate almazsa o sadece mutsuz değildir, aynı zamanda yaşamla da hemen hemen hiç uyuşmaz"."Her gün, yüz kez, kendime, içsel ve dışsal yaşamımın öbür insanların emeklerine dayandığını ve ölümü anımsatırım ve aldığım kadarını vermeğe çalışırım ki hala almaktayım".
Ö. B. : ÇALIŞMAK'sızın FİKRİ GELİŞME ve AHLAKİ OLGUNLAŞMA da mümkün değildir. TEMBELLİK, BÜTÜN KÖTÜLÜKLERİN ANASIDIR! (2)
G.B. : Çocukluğumuzda, öğrencilik günlerimizde, her sabah okuduğumuz (Atatürk'e açtığı yolda gösterdiği hedefe durmadan yürüme sözü verdiğimiz) ANDIMIZ "Türküm, doğruyum, çalışkanım" cümlesiyle başlar. Bu cümlede yer alan "ÇALIŞMA", Atatürk'ün, aşağıda yer alan bazı cümlelerinde de işaret edildiği üzere: Kendimiz için değil; kendimizden sonra gelecek olanlar için; gelecek nesillerin şerefi, varlığı, mutluluğu için yapmamız gereken bir çalışmadır…Bu noktada, sayın Bostancı'nın eldeki yazısıyla ilgili olarak dile getirmek, dikkat çekmek istediğim gerçek: Bizler; en üst düzeydeki sorumlumuzdan sokaktaki en sıradan insanımıza kadar, mezun olduğumuz okul, üstlendiğimiz görev ya da yaptığımız iş ne olursa olsun, boş verdiğimiz, ANDIMIZ'da yer alan "yurdu ve milleti özden çok sevme ilkesi"ni özümsedik. Hayata geçirdik…Bu sonucu, çevre, tüketim, trafik, sağlık, vergi, rüşvet, iş ahlakı, milli servet, imar ve her şeyi devletten bekleme v.b. alanlarda yapmakta olduğumuz, yaşam biçimimizde DEVRİM niteliğinde değişikliklere yol açan, bizleri bilinçlendiren "okul dışı eğitim" çalışmalarına borçluyuz.
Ö.B. : ÇALIŞMAK'tan bir cezadan, bir sıkıntıdan kaçar gibi kaçınmak, çok kötü bir harekettir. ÇALIŞMAK, ilk sıkıntılara ve isteksizliklere üstün gelindikten sonra, en şiddetli bir ZEVK'tir. ÇALIŞMA'yı ceza saymak, onun güzelliğini ve iyiliklerin tanımamak, TABİATA karşı HAKSIZLIK olur.İnsan çalıştığı işi, eli altında veya kafasının içindeki eserini, büyümekte ve yükselmekte gördüğü zaman ne büyük ZEVK duyar. Bu zevk bütün zahmetleri, saban arkasında dökülen terleri, sanatkarın, mütefekkirin bazen pek acılı olan yorgunluklarını derhal unutturur.G.B. : Kendisi için çalışanın (bencil varlığın) işinden ZEVK aldığı, emeğinin karşılığını aldığı sürece, çalışmayı CEZA olarak algılamadığı söylenebilir.
Oysa, önemli olan; insanın kendisi için değil; kendisinden sonra gelecek nesillerin şerefi, varlığı, mutluluğu için yapılan çalışmadan ZEVK alabilmesidir. Bizler; yukarıda sözü edilen alanlarda yaptığımız, "okul dışı eğitim" olarak tanımladığımız çalışmalardan ZEVK almaktayız. Sözü edilen çalışmaları yaklaşık 20 yıldır, bazı yetkililerin engellemelerine karşın sürdürmekte oluşumuz, bu sözümüzün kanıtıdır.
Ö.B. : ÇALIŞMAK demek boşuna yorulmak, terlemek değildir. Zamanın icaplarına göre İLİM, FEN ve her türlü medeniyet imkanlarından azami derecede istifade etmek zaruridir. Hepimiz itirafa mecburuz ki, bu husustaki hatalarımız çok büyüktür. (3) (5.2.1923)
G.B. : Günümüzde ülkenin içinde bulunduğu karamsar durum; Atatürk'ün , "Çalışmanın en yücesi ulus için olanıdır" sözüyle dikkatimizi çekme gereğini duyduğu bir özelliğimizin, ulus için değil kendimiz için çalışmakta oluşumuzun kaçınamadığımız bir sonucudur. İtiraf etmeğe mecbur olduğumuz asıl, en önemli, tek gerçek budur.Atatürk bu gerçeğe (bencillik sorununa) şu sözleriyle de dikkat çekme gereğini duymuştur:Bir adam ki, memleketin ve milletin saadetini düşünmek yerine daha çok kendini düşünür, bu adamın kıymeti ikinci derecededir. Özel menfaat, ekseriya, umumi menfaatle tezat halinde olur.Ulusları yönetenler için ilk ve en zor görev, kişisel bencilliğe kapılmaktan kendilerini korumalarıdır.
Ö.B. : MİLLİ HEDEF belli olmuştur. Ona ulaşacak yolları bulmak zor değildir.
Denebilir ki, hiç bir şeye muhtaç değiliz. Yalnız bir tek şeye çok ihtiyacımız vardır:
ÇALIŞKAN OLMAK! ALLAH'ın milletimize yaratılıştan verdiği YETENEKLER'i en üst derecede geliştirmek, memleketimize bağışladığı bütün KUVVET ve SERVET kaynaklarından en iyi biçimde yararlanarak güçsüzlük sebeplerini ortadan kaldırmak için, bundan böyle hiç bir fırsatı ve zamanı boşa harcamayarak ÇALIŞMA'ya mecburuz. (4)
BATI senden, TÜRK'TEN çok GERİ'ydi. MANA'da, FİKİR'de, TARİH'te bu böyleydi. Eğer bugün BATI TEKNİK'TE bir ÜSTÜNLÜK gösteriyorsa, Ey TÜRK ÇOCUĞU, o kabahat da senin değil; senden öncekilerin affedilmez ihmalinin bir sonucudur. Şunu da söyleyeyim ki, çok ZEKİSİN!..
Fakat zekanı unut. DAİMA ÇALIŞKAN OL!.. (5)
Yeni TÜRKİYE'nin adına ÇALIŞKANLAR DİYARI densin! (6)
G.B. : Yukarıda dile getirilen gerçekler dikkate alındığında; yapılması gereken ilk işin, "yurdu ve milleti özümüzden çok sevme ilke"sin toplum yaşamına egemen kılacak olan "okul dışı eğitim" çalışmaların başlatmak olduğu ortadadır. Bir başka deyişle: sözü edilen "okul dışı eğitim" çalışmalarında geliştirdiğimiz, ilk ve orta öğretim okulları müfredat programına "uygulama dersi" olarak konulması için M. E. Bakanlığına başvurusunu yaptığımız, T.T. Kurulları Komisyonlarında yıllardır bekletilen "Trafik terörüne son verme ve demokrasiyi tabana yayma" projemizin hayat geçirilmesi için M. E. Bakanlığına baskı yapmak ve neden hayata geçirilmediğinin hesabını sormaktır.
Ö.B. : Hayatta insanı mutlu edecek şey, KENDİSİ İÇİN DEĞİL; KENDİSİNDEN SONRA GELECEK OLANLAR İÇİN ÇALIŞMAK'tır. (7)
Hayatta tam zevk ve mutluluk, ancak GELECEK NESİLLERİN ŞEREFİ, VARLIĞI, MUTLULUĞU İÇİN ÇALIŞMAK'ta bulunabilir.ANCAK KENDİLERİNDEN SONRAKİLERİ DÜŞÜNEBİLENLER, MİLLETLERİNİ AŞAMA VE İLERLEME İMKANLARINA KAVUŞTURABİLİRLER!ŞAHSIMIZ İÇİN DEĞİL; fakat mensup olduğumuz MİLLET İÇİN elbirliği ile ÇALIŞALIM. ÇALIŞMALARIN EN BÜYÜĞÜ BUDUR!
G.B. : Bu paragraflarda yer alan sözlerle ilgili düşünce, görüş ve önerilerimiz yukarıda ifade edildi.
Galip BARAN
Rektör/ Bilinç Üniversitesi / Turgutreis-BODRUM
TEL: (0252) 382 34 77 / (0535) 844 84 76
***
ÖZKAN BOSTANCI TARAFINDAN GÖNDERİLEN ANA METİN:
ÇALIŞMAK ÜZERİNE
(1) ATATÜRK; ülkemizde ÇALIŞMA'nın İLAHİ bir EMİR olduğunu, DÜNYA'ya geliş gayesinin DURMADAN ÇALIŞMAK ve KENDİNİ GELİŞTİRMEK olduğunu farkeden ve dile getiren TEK EVLET ADAMI'mızdır. CEMAL GÜRSEL hariç!
Bu kişinin "Bir ÇALIŞMA'nın yorgunluğunu, başka bir ÇALIŞMA ile dinlendiriz," şeklinde bir vecizesi vardır ki, ilerde üzerinde duracağız. ALLAH kendisine rahmet eylesin,
Ama başka yok... Hele 7. sınıf memur çocuğu iken birden yükselen ve sonunda CUMHURBAŞKANI olan görmemişin oğlu ÖZAL; tam tersine ÇALIŞMAK YERİNE insanımıza FAİZ, KUMAR, RÜŞVET, KÖŞE DÖNME gibi yollar gösterecek kadar adileşebilmiştir. Hoş o öyle de, DEMİREL, ÇİLLER FARKLI MI?..Bunlar ZEKİ bile değil, KURNAZ olduklarından; halkımıza önerdikleri metot hep ÜÇKAĞITÇILIK, KOLAYCILIK, KAYTARMACILIK, ALDATMA ve YAĞMA yönünde olmuştur.
Hemen ŞOKE olmayın!.. Dediğimiz doğrudur. MENDERES'ten itibaren DEVLET'e ait ARAZİ ve ORMANLAR'ı, en MUTENA YERLER'i yağmalayanlara, hiç çalışmadan dağdan gelip bağdakilerin malına konanlara göz yumanlar; sık sık AF çıkartıp, TAPU verenler bunlar değil mi?..
Okumuş, ehil, becerikli, namuslu kimseleri birer birer DEVLET kademelerinden, hatta ÖZEL SEKTÖR'den ayıklayıp; yerine CAHİL, BECERİKSİZ, NAMUSSUZ AKRABA, YAKIN ve PARTİLİLER'i İŞ'e alan, İHALE veren bunlar değil mi?..
İnsanımız niye çalışsın ki?.. Tersine, çalışarak bir yerlere gelmeye gayret edenler ENAYİ görülmeye başlamıştır!
İşin en ACI yanı da, bütün bu kişilerin hep "atatürkçü" geçinmesi, "reformcu, yenilikçi, atılımcı" hatta "çağ atlatan" sayılmasıdır.
Halbuki ATATÜRK, hem DİN'e, hem FELSEFE'ye, hem de DÜNYA GERÇEKLERİ'ne uygun olarak; bütün CANLILAR'ın dünyaya SUREKLİ FAALİYET için geldiğini, bunun da ÇALIŞMAK demek olduğunu söylemektedir. TABİAT bir ibret sahnesidir. KARINCA, ARI hem ÇALIŞKANLIK, hem de TOPLUM İÇİN İŞBİRLİĞİ konusunda İNSANLAR'a iyi örnek teşkil ederken; AĞUSTOS BÖCEĞİ de TEMBELLİĞİN ACI SONU'na misaldir.
Biz yüzyıllardır süren ihmal sonucu halkımızın tembelleştiğini inkar etmiyoruz... Ancak bu tembelliğin RUH'a işlemediğinin en büyük delili, ALMANYA'daki işçilerimizin ÇALIŞMA konusunda Almanlar'dan geri kalmamasıdır. Demek ki, DÜZENLİ bir ÇALIŞMA ORTAMI yaratıldığında, ATATÜRK'ün dediği gibi TÜRK İNSANI ÇALIŞKANDIR!..
Biz insanımızın JAPONLAR'dan daha DİSİPLİNLİ olduğuna da inanırız. Kaldı ki, pek çok yabancının da itiraf ettiği gibi TÜRK İNSANI hepsinden ZEKİDİR!..
Hal böyle iken; neden bütün çirkef politikacıların insanımızdaki bu üstün meziyetleri köreltip bizi ATALET'e, KOLAY PARA KAZANMA'ya teşvik ettiğini; neden NAMUSLULAR, ÇALIŞKANLAR, BİLGİLİLER'in değil de; ÜÇKAĞITÇILAR ve NAMUSSUZLAR'ın ödüllendirildiğini anlamak mümkün değildir...
Değildir diyoruz ama, sebep ortada! Eğer KAABİLİYET, EHLİYET, BİLGİ, AHLAK ön plana çıksa; şimdi DEVLET'in ÜST KADEMELERİ'ni dolduranların, KAPICI bile olması mümkün olmaz! Bunun için politikacılar hep kendileri gibilerini tercih ederler.
ATATÜRK, TEMBELLİĞİ KÖTÜLÜKLERİN ANASI OLARAK GÖRÜR!.. Bununla da PEYGAMBERİMİZ'in bir kıssasına imada bulunur. Kıssa çok meşhurdur ama, bir de biz anlatalım...
HZ. MUHAMMED bir gün yolda giderken, pineklemekte olan bir adam görür. Selam vermeden geçer... Dönerken gene aynı adama rastlar, bu sefer SELAM verir... Yanındakiler şaşırır, sebebini sorarlar. PEYGAMBERİMİZ, "O adam giderken boş duruyordu. Boş duran adam, KÖTÜLÜK düşünür. Ondan selam vermedim. Ama dönerken elinde bir değnekle yere birşeyler çiziyordu. Meşguldü. Ondan SELAM verdim," der.
İşte bu kıssa ile AHLAKİ OLGUNLAŞMA'nın KÖTÜLÜK düşünmekten kurtulmakla olduğunu; bunun için de BOŞ DURMAK'tan kaçınmak gerektiğini anlıyoruz. Ama yetmez... İnsanın UYANIK olduğu her anı bir FAALİYET içinde geçirmesi lazımdır. Bu FAALİYET, geçimini sağlamak için bir İŞ'te çalışmak olabileceği gibi; KENDİNİ YETİŞTİRMEK için OKUMAK, DİNLEMEK, BİLMEDİĞİ YERLERİ GEZMEK, hatta televizyonda BELGESEL SEYRETMEK dahi olabilir. Ayrıca bulunduğu MEKANI GÜZELLEŞTİRMEK, AKRABAYA KOMŞUYA MUHTAÇ OLANA YARDIM ETMEK de bizim anlayışımıza göre ÇALIŞMAK'tır.
İSLAM, ÇALIŞMA'yı İBADET sayan tek DİN'dir!..İnsanların GEÇİM'ini kendisinin sağlamasının DİN'in bir parçası olması bir yana; KENDİNİ YETİŞTİRMESİ, BAŞKALARINA YARDIM ETMESİ de DİN'in TEMEL esaslarındandır. "İLİM, ÇİN'de de olsa öğreniniz," hadisi, "ALİM bir kişiyle bir saatlik sohbet, 1000 saat ibadetten makbuldur," hadisi buna işarettir.
Biz ATATÜRK'ün DİNDAR olduğunu söylerken, 5 vakit namaz kıldığını filan iddia etmedik. Ancak o, DİNİN TEMEL ESASLARI'nı, gösteriş için cemaatle namaz kılan bütün politikacılardan çok daha iyi anlamış ve halkı bu yönde uyarmıştır. İnsan MENDERES'in, DEMİREL'in, ÖZAL'ın dediğini yapar yolundan giderse CEHENNEM'i boylar. Ama ATATÜRK'ün dediklerini uygularsa HİDAYET'e erer. Çünkü gerçekten onun pek çok sözü ANA FİKRİ'ni KUR'AN ve HADİSLER'den almıştır.
(2) ATATÜRK, ÇALIŞMA'nın bir SIKINTI DEĞİL; bir ZEVK olduğunu söylüyor. Gerçekten ortaya faydalı bir şey çıkarmak, insana büyük HAZ verir. Bir evkadınının yaptığı nefis yemeğin yiyenler tarafından beğenilmesi, onun yemeği pişirirken çektiği bütün yorgunluğu unutur. Pek çok kadın kendi fazla yemediği halde, sırf bu hazzı tatmak için başkalarına zahmetli yemekler hazırlar, davetler verir. İnsan bir kere ÇALIŞMANIN TADI'nı aldı mı, bir daha durmak, dinlenmek istemez.
Ancak, gerçeğin böyle olduğunu toplumun bütün fertlerine anlatmak gerekir. Çoğu iş gerçekten ağır, zor ve getirdiği ücret azdır. İnsanların geçimini sağlamadan, karnını doyurmadan onlara ÇALIŞMA'nın FAZİLET'inden söz etseniz de, pek inandırıcı olamazsınız.
Yani, TÜRKİYE'deki ÇALIŞMA ORTAMLARI insanlar için bir CEZA mahalli gibi işlememelidir. Her şeyden önce amirler, patronlar gereksiz kurallar ile İŞ HAYATI'nı bir CEHENNEM'e, işi de bir ÇEZA'ya çevirmemelidirler. Eğer bu sağlanırsa, ücretin az olması dahi İŞ'in HAZ VERİCİ bir FAALİYET'e dönmesine engel teşkil etmez.
Çünkü ÇALIŞMAK, sadece "karın doyurmak" için değildir. Öyle olsaydı, yeteri kadar MADDİ İMKAN'ı olan hiç kimsenin çalışmaması gerekirdi. ÇALIŞMAK bir İHTİYAÇ'tır. Bir insana verilebilecek asıl BÜYÜK CEZA onu çalışmaktan men etmek, BOŞ bırakmaktır. İsterseniz deneyin...Bir kaç gün HİÇ BİR ŞEY yapmadan boş oturun... Hayatınızın en SIKICI dönemini yaşamış olursunuz.
Aynı şekilde bütün zamanını yatarak, müzik dinleyerek, diskoteklerde, eğlence yerlerinde, hatta tatilde geçiren pek çok kişinin kısa sürede sıkıldığını; hatta huy değiştirip saldırganlaştığını görmüşsünüzdür.
Dünyaca meşhur zenginlerin, ülkemizde VEHBİ KOÇ, SAKIP SABANCI, BÜLENT ECZACIBAŞI gibi varlıklı kişilerin ilerlemiş yaşlarına rağmen, hatta ölünceye kadar çalışmalarını sırf PARA KAZANMA HIRSI ile izah edemeyiz. Bu kişiler ÇALIŞMADAN YAŞAMA'nın mümkün olmadığını farketmiş insanlardır.
Hal böyle iken; yine çarpık eğitimin ve üçkağıtçı politikacıların yönlendirmesi ile, asıl FAAL olması olan genç kesimde ÇALIŞMA'yı bir ANGARYA, bir CEZA, bir an evvel kurtulunması gereken bir AFET olarak gören bir ANLAYIŞ hakimdir. Kendilerine "Üniversiteyi bitirdikten sonra ne yapmayı düşünüyorsun?" diye sorduğumuz gençlerin büyük bir kısmı "Emekli olduktan sonra çiftlikte veya tatil köyünde yaşayacağını" söyliyerek cevap vermişlerdir...
Daha bir gün bile İŞ HAYATI'nda ÇALIŞMA'dan EMEKLİ olmayı düşünen, yani kendini TEMBELLİĞE hazırlanan bir nesil oluştu... Öğretmenler, subaylar, işçiler bir an önce 25 yılı doldurup köşelerine çekilmeye hazırlanmakta...
Bunda DEMİREL zibidisinin affedilmez tutumunun rolü çok büyük... ÖZAL'ın nasıl olduysa düzelttiği, bir aksaklık olan ERKEN EMEKLİLİK yasasını, iktidara gelir gelmez değiştirmiş, gene 20-25 yıla indirmişti.(1991) EMEKLİLİK onun sayesinde MAKBUL bir hale geldi.
Halbuki EMEKLİLİK, artık BEDENEN çalışacak gücü kalmamış, kendi bakıma muhtaç kişilerin İŞ HAYATI'ndan çekilmesi ve daha önceki hizmetlerinin mükafatı olarak geçiminin sağlanması demektir. Yoksa TEMBELLİK için TEVŞİK ARACI olamaz.
TÜRKİYE gibi TEKNİK ve BİLİM yönünden geri kalmış bir ülkede, herkesin hem kendini hem de toplumu geliştirmek için çok çalışması gerekirken; insanları 25 yılda devre dışı bırakmanın, akla yatkın bir yanı var mı?..
Kaldı ki, bu fakir ÜLKE 25 yaşına kadar her ferdi okulda, evde ÜRETMEDEN besliyor. 50 yaşından sonra ölünceye kadar gene ÜRETMEDEN besliyor...Bu ne demektir?.. 75 yıl yaşıyan bir insanın hayatında sadece 25 yıl çalışıp, kalan 50 yıl DEVLET KESESİ'nden geçinmesi demektir!.. Böyle insanların yaşadığı bir ülke nasıl kalkınır, nasıl ilerler, ekonomisini nasıl düzeltebilir ki?.. Düzeltemiyeceği içinde bulunduğumuz durumdan bellidir. Üstelik EMEKLİ SANDIĞI, SOSYAL SİGORTALAR KURUMU ve BAĞ-KUR iflasın eşiğine gelmiştir.
O pek özendiğimiz, ama DOĞRU yaptıkları her şeyi gözardı ettiğimiz BATI ülkelerinde, 65 yaşından önce EMEKLİLİK yoktur! FİNLANDİYA gibi bazı ülkelerde kaç yaşında çalışmaya başlarsa başlasın, kişi 67 yaşında EMEKLİ olabilir... Bu ne demektir, biliyor musunuz?.. Çoğu üniversiteye gitmeden meslek sahibi olan ve 16 yaşından itibaren ÇALIŞMA HAYATI'nı atılan bu ülke insanlarının 45-50 yıl çalışmaları demektir!..Doğrusu da budur. 80 yıl yaşıyan bir insan, ömrünün yarısından fazlasını, hatta üçte ikisini ÜRETEREK geçirir. Üretemediği yıllarda da, çocukken veya yaşlı iken, toplum ona bakar.
İşte bizim çirkef politikacılarımız insanımızı hiç bir şekilde ÇALIŞMA'ya, ÜRETME'ye, ASALAK OLMAKTAN KURTULMA'ya teşvik etmedikleri gibi; bir an önce TEMBEL olmaları, HAZIRDAN YEMELERİ, ASALAK yaşamaları için adeta TEŞVİK etmekte, bunun için özel kanunlar çıkarmaktadırlar.
Özel kanun deyince; MİLLETVEKİLLERİ'nin, BAKANLAR'ın kendi EMEKLİLİK'leri için tatbike koydukları uygulamayı dikkatinize getirmeden edemedik. MANDACI İSMET, "1 saat bile BAKAN olan kişinin, daha önceki durumu ne olursa olsun BAKAN MAAŞI ile emekli olmasını" sağlıyan kanunu, ATATÜRK döneminde, bütün itirazlara rağmen çıkarmıştır.
Ondan sonra gelenlerin hepsi de kendi maaşlarına hep ÖZEL ZAM yapmaları bir yana, ÖZAL ve DEMİREL döneminde "4 yıl bile milletvekili olan bir kişinin, daha önce hiç prim ödemiş olmasa dahi, çok az bir borçlanma ile astronomik MİLLETVEKİLİ MAAŞI üzerinden EMEKLİ olmasını" sağlayan kanunlar çıkartmışlardır. Böylece UZUN ÇALIŞMA'nın ve ÜRETİM YAPMA'nın mükafaatı olan EMEKLİLİK, "çalışmama"nın bedeli olarak bu namussuz kişilere ödenmektedir. Ne diyelim?.. Zaten HARAM ya; BOĞAZLARINA DURSUN, yiyenlerin hepsinin MİDESİNE OTURSUN!..FAKİR'in, YETİM'in, ÇALIŞAN'ın HAKKI çıkana kadar, soyu sopu huzur yüzü görmesin!
ATATÜRK, ÇALIŞMA ZEVKİ'ni tatmamış kişilerin TABİATIN GÜZELLİKLERİ'nden mahrum kaldığını, dünyaya bu güzellikleri tanımak için gelmiş insanın böyle davranmasının da TABİATA HAKSIZLIK olduğunu söylemektedir. Kısacası, insanın çalışmaması, HAYATIN TEMEL KURALLARI'na terstir.
ÇALIŞMAK, insanın kafasındaki hayalindeki işleri yapmak, bir ESER meydana getirmek kadar DEĞERLİ ve önemlidir. Onun içindir ki, biz SANAT konusunu incelerken, bazı insanları "sanatçı", diğerlerini de adi "işçi" diye nitelendirmenin yanlış olduğunu belirtmiştik.
Buradaki ifadeden de anlaşılıyor ki, insanlara ALINTERİ karşılığında ürettiklerine DEĞER vermeyi, onlardan ZEVK almayı öğretmeliyiz... İnsanlar İŞE YARAR, almaya kullanmaya DEĞER eşya üretmeye, veya başkalarını MUTLU eden, sorunlarını çözen HİZMETLER yapmaya, ve bundan ZEVK almaya alışmalıdırlar. Hatta bu alışkanlık, öyle bir noktaya gelmeli ki, böyle bir faaliyette bulunmadığı zaman insan HUZURSUZLUK duymalı, bir an önce işinin başına dönmeyi ÖZLEMELİ!..
(3) ÇALIŞMAK demek, bir gayretin semeresini almak demektir. FİZİK'te bu "İŞ = kütle x mesafe" formülü ile gösterilir... Yani 10 kg.lık bir masayı 5 metre taşırsanız, 50 kg/m İŞ yapmış olursunuz. Ama eğer 500 kg.lık bir kayayı sabahtan akşama kadar itmeye çalışıp bir santim bile kımıldatamamışsanız; bu gayretin sonucu, İŞ bakımından sıfırdır.
ATATÜRK bu İLMİ gerçeğe işaret etmiş!.. ÇALIŞMAK, BOŞUNA TER DÖKMEK DEĞİLDİR!.. Eğer kişi gayretinin sonucunu alamıyorsa; durup bir daha düşünmeli, işi yeniden planlamalı ve yeniden gayrete koyulmalıdır.
ÇALIŞMA'nın SEMERELİ olması, VERİMLİ olması, üretilen UCUZ, SAĞLAM, kULLANIŞLI ve YARARLI olması ve bu faaliyet esnasında KAYNAKLAR'ın israf edilmemesi, ÇEVRE'nin korunması; İLİM ve TEKNOLOJİ'den azami şekilde yaarlanmakla mümkün olur... İnsanlar çok ZEKİ, çok ÇALIŞKAN olabilirler. Ancak İLİM ve TEKNOLOJİ'den uzak kaldıkları takdirde, EĞİTİM'siz oldukları takdirde, gayretlerinin büyük kısmı boşa gidecek, geri kalmaktan kurtulamıyacaklardır.
Biz şöyle düşünürüz: HER İŞİN BİR İLMİ VARDIR...UZAYA GİTMEK'ten, PİLAV PİŞİRME'ye kadar!.. İnsan hangi işe soyunmuşsa, o işi USTA'larından İYİ bir şekilde öğrenmelidir. Bu yüzden çağımızda insan hayatı için gerekli bütün eşya ve hizmetlerin en iyi şekilde nasıl yapılacağını bilen kişiler, kitaplar, kurs ve okullara önem verilmelidir.
Bundan 20 yıl önce AŞÇILIK OKULU olduğu söylense, herkes gülerdi. Çünkü yemek pişirmenin okulda meslek olarak öğretilebileceğini kabullenemiyecek kadar insanımız yanlış yönlendirilmişti. Hem de ATATÜRK'ün ÇALIŞMA'ya, MESLEKLER'e ve ZENAATKAR'a verdiği öneme rağmen!.. İZMİR İktisat Kongresi Kararları'na rağmen!..Hep o özendiğimiz BATI ülkelerinde 20.000 meslek olmasına, bunların çoğunun (ÜTÜCÜLÜK, PASTACILIK, BADANACILIK, MARANGOZLUK, AYAKKABICILIK, MANDRACILIK gibi) okullarda 2-4 sene öğretilmesine, kalanlar için de 3 ila 6 aylık gece-gündüz kursları, olmasına rağmen!.. O ülkelerde gençler daha İLKOKUL'u bitirirken ZEKA, KAABİLİYET ve YATKINLIKLAR'ı gözönünde tutularak yönlendirilmekte, ORTAOKUL'dan itibaren kendilerine uygun bir MESLEK EĞİTİMİ görecekleri okullara sevkedilmektedirler.
Bizde ise "fırsat eşitliği" teranesiyle gençlerin tümünün liseye, oradan da üniversiteye göz dikmeleri, sonunda hem hepsinin kötü eğitim görmesi, hem yapacak o kadar çok iş varken, DİPLOMALI İŞSİZLER ordusu oluşması körüklenmiştir... Bunun müsebbibleri de "atatürkçü"lüğü kimselere bırakmazlar!
(4) ATATÜRK, MİLLİ HEDEF'e ulaşmak için ÇALIŞMAK'tan başka bir şeye ihtiyacımız olmadığını, çok kesin olarak ifade etmiş!.. Nedir MİLLİ HEDEF?.. Sorun şimdiki parti liderlerine, bakanlara, politikacılara, bürokratlara, hatta "aydın-atatürkçü" geçinen yazar çizer takımına!.. Bakalım, bu MİLLİ HEDEF'i tam olarak tanımlıyabilecek kaç kişi bulabileceksiniz. Bulamazsınız!.. Yoktur!.. Olmadığı için de ÇALIŞMA'nın üzerinde duran yoktur. Herkesin işi gücü, BOL MAAŞLI AZ İŞ, UZUN TATİL ve ERKEN EMEKLİLİK'tir.
MİLLİ HEDEF, ATATÜRK olsa da, olmasa da DEĞİŞMEZ!.. ATATÜRK'ün rolü bu MİLLİ HEDEF'i gören ve formüle eden TEK DEVLET ADAMI olmasıdır!.. MİLLİ HEDEF; İKTİSADİ, SİYASİ, ASKERi, HUKUKİ, her bakımdan TAM İSTİKLAL'e kavuşmak, dünyadaki en yüksek MEDENİYET seviyesine ulaşarak insanımızı HUZUR, REFAH ve AHLAKLI bir ORTAM içinde yaşatmaktır!.. TÜRK ve MÜSLÜMAN olan MİLLETİMİZ'in diğer TÜRK ve İSLAM TOPLULUKLARI ile yakınlaşmasını, kaynaşmasını sağlamaktır. Diğer bütün MÜZLUM MİLLETLER'e arka çıkmak; ZENGİN BATI ÜLKELERİ ile de ancak BİZİM ve DOSTLARIMIZIN HAKLARI'na RİAYET ettiği nisbette İLİŞKİ içinde olmaktır.
Ne AVRUPA BİRLİĞİ'ne girmek, ne NATO'da kalmak, ne BİRLEŞMİŞ MİLLETLER kararlarına uymak MİLLİ HEDEF DEĞİLDİR!.. ZENGİN ve GÜÇLÜLER ile bir olup FAKİR ve MAZLUMLAR'ı ezmek de değildir!..
MİLLİ HEDEF'in ne olduğunu TÜRKÇÜLÜK, TAM İSTİKLAL, YURTTA SULH- CİHANDA SULH ve DIŞ SİYASET bahislerini açıklarken ATATÜRK'ün ağzından vermiştik.
İşte onun için ATATÜRK diyor ki: MİLLİ HEDEF bellidir!..Ona ulaşmak için, başkalarının desteğine, ianelerine, sadakalarına, lutfuna ihtiyacımız yok!.. Bunun için başkalarının önünde diz çökmemiz, salya sümük yalvarmamız gerekmez. BİZİM TEK İHTİYACIMIZ ÇOK ÇALIŞMAKTIR!..İLİM ve TEKNOLOJİ'nin desteği ile ÇOK ÇALIŞMAKTIR! BİR ÇALIŞMANIN YORGUNLUĞUNU, BAŞKA BİR ÇALIŞMA İLE DİNLENDİREREK BIKMADAN, YAPTIĞINDAN ZEVK ALARAK ÇALIŞMAKTIR!
Rahmetli Cemal GÜRSEL'den alarak naklettiğimiz bu son ifade, mantıksız görünebilir. Ama FİZYOLOJİ uzmanları insanın KALP ATIŞLARI'nın, BEYİN FAALİYETİ'nin UYANIK'ken başka RİTM ve FREKANS'ta, UYKU'da iken başka RİTM ve FREKANS'ta olduğunu tesbit etmiş; beyin dalgalarının FREKANSLAR'ına ALFA ve BETA gibi adlar vermişlerdir. Aynı farklılık BEDENİ ve ZİHNİ faaliyetlerde de görülür.
Biz bir UZMAN'dan öğrendiğimiz hususu kendimizde denedik. Şöyle ki, BEDENİ bir faaliyet sonucu çok yorulduğumuzda hemen yatarsak, sızdığımızı ve kaç saat uyursak uyuyalım, sabah DİNLENMEMİŞ kalktığımızı gözledik... Ama eğer BEDENEN yorulmuş iken ZİHNİ bir faaliyete girişirsek daha kolay dinlendiğimizi, ondan sonra da uyuyunca, yongunluğu TAMAMEN attığımızı tesbit ettik. Bunun tersi de geçerli... Yani uzun bir ZİHNİ faaliyetten sonra beynimiz patlayacak hale geldiğinde BEDENİ bir işe koyulunca rahatladığımızı, gevşediğimizi gördük... BATILI devlet adamlarının ne kadar meşgul olurlarsa olsunlar, KOŞMAK, GOLF veya TENİS oynamak için zaman ayırmalarındaki SIR da, bu olsa gerek!.
Şu halde insanımız TATİL'i, "yan gelip yatmak" sanmaktan kurtulmalıdır. HAFTA SONU TATİLİ, BAYRAM TATİLİ, YAZ TATİLİ; BEDENEN çalışanlar tarafından OKUMAK, YAZMAK, SOHBET ETMEK, SATRANÇ OYNAMAK için fırsat addedilmeli; ZİHNEN çalışmış olanlar da BAĞ-BAHÇE İLE UĞRAŞMA'yı, KOŞMA, YÜZME, KAZMA-KÜREK-BALTA SALLAMA'yı, EV İŞİ YAPMA'yı DİNLENME saymalıdır. BOŞ GEZME, SIRTÜSTÜ YATMA, KAHVEDE LAK LAK ETME artık bir meziyet veya "özlem duyulan şey" olmaktan çıkmalıdır. Hele ÇALIŞMA HAYATI'nın "stres"ini DİSKOTEKLERDE TEPİNEREK, MAÇLARDA KAVGA ÇIKARTARAK atma huyları terkedilmelidir. Bunların "boşuna ter dökmek" olduğu, hatta "kan dökme"ye vardığı, hiç bir zaman DİNLENME ve RUH HUZURU sağlamadığı artık anlaşılmalıdır. Gerçek HAZ ve HUZUR ancak İŞE YARIYAN faaliyetlerden alınır. BOŞ KİŞİ'den BOŞ İŞ; BOŞ İŞ'ten de BOŞ HİS sadır olur.
(5) İşte burada ATATÜRK açık açık TÜRK İNSANI'nı değil; yönetici, politikacı, bürokrat ve aydınları suçluyor!.. Çünkü bir MİLLET geri kalmışsa, onun REFAH'ını, EĞİTİM'ini, GÜVEN'liğini sağlamakla yükümlü olan bu kişiler sorumludur. Hiç EĞİTİM'e, TAHSİL'e önem vermiyen bir politika ile; ÇALIŞMA'nın faziletini işlemeyen edebiyatla KALKINMA, REFAH olur mu?.. Olmadığı halimizden belli!
ATATÜRK, BATI ülkelerinin bizden daha ilerde olmasını onların ZEKİ, KAABİLİYETLİ falan olmasından değil; belki bizden çok ÇALIŞMA'sından, ama daha çok bizim her bakımdan İHMAL edilmiş olmamızdan kaynaklandığını belirtmektedir. Yani, ATATÜRK'te diğe politikacılarda görülen AŞAĞILIK DUYGUSU YOKTUR! O, BATILILAR'ı üstün görmez. İLİM'e önem vererek ve çok ÇALIŞARAK onlara yetişeceğimize ve geçeceğimize inanır.
(6) Bundan daha güzel bir söz olur mu?.. TÜRKİYE denince akla ÇOK ÇALIŞAN İNSANLARIN DİYARI gelmeli, diyor ATATÜRK... Şimdi aslında JAPONYA deyince bu akla geliyor. Japonlar çok yakın bir zamana kadar yılda 2-3 gün tatil yapan, ek ücret almadan fazla mesaiye kalan, sendikaları, (yani işçileri çalışmaktan meneden kurumları) olmayan bir ülke idi. Halen bu özelliklerinden çoğunu taşımaktadır.
Bizim en çok hayret ettiğimiz husus, "aydın"larımızın Japonya'dan sitayişle söz ederken, oradaki gibi sıkı ÇALIŞMA'yı, DİSİPLİN'i adeta umacı gibi göstererek engellemeleridir.
(7) ATATÜRK'ün bundan sonraki sözleri DİN'e, TABİAT'a, İNSANLIĞA ve TÜRKLÜĞE uygun bir HAYAT ve ÇALIŞMA FELSEFESİ'ni yansıtmaktadır.
TABİAT'a bakınız... Ağaçlar hep kendilerinden sonra gelecek nesiller için MEYVA verir. O nesillerin yetişeceği bir kaç çekirdeğin toprağa düşmesi uğruna, BİNLERCE MEYVA ile, YAPRAK ile insanları, hayvanları besler, hatta toprağa GÜBRE üretir. Bununla da yetinmez. Bu faaliyetine ek olarak kendi varlığını sürdürmesi için gerekli FOTOSENTEZ'i gerçekleştirirken HAVA'yı temizler!..
Şu halde bir ağacı kesmeye niyetlenen kişinin, ondan sonraki ömrünün o ağacın sağladığı yarardan çok olması gerekir ki, yaptığı mazur görülebilsin!... AĞAÇ kesmek, ORMAN yakmak bunun için büyük suçtur. FATİH'in "Ormanlarımdan bir DAL kesenin başın keserim!" sözündeki HİKMET işte budur!
Aynı şey BİTKİLER, HAYVANLAR için de söz konusudur. Yararını yakından bildiğimiz KOYUN gibileri etleriyle, sütleriyle, yünleriyle hep kendilerinden başkaları için birer yarar kaynağıdır. Eskiden kemiklerinden de yararlanılırdı. Şimdi bile bağırsaklarından ameliyat ipliği gibi çok gerekli malzemeler üretilmektedir. Şu yeraltında yaşıyan solucanların bile, toprağın havalanmasına yardımcı olduğu ve bitkilerin gelişmesini sağladığı tesbit edilmiştir. KUR'AN, "bütün canlıların hayatının insanlar bir ibret olduğunu" söyliyerek bizi TABİAT'ı incelemeye teşvik eder.
Hal böyle iken, dünyadaki varlıkların en gelişmişi İNSAN'ın "ferdiyetçi" yani sadece kendini düşünür bir tarzda yaşaması; içinde bulunduğumuz sözümona "aydınlanma" çağının en KARANLIK ZİHNİYETİ'dir.
ATATÜRK yalnız kendini düşünmenin, sadece zengin olmak, mevki edinmek için çalışmanın insana PARA ve İMKAN getirebileceğini; ancak MUTLU etmiyeceğini, HAZ vermiyeceğini söylüyor... Ne kadar haklı olduğu ZENGİN BATI ülkeleri insanlarının halinden belli... Bu ülkelerin HAY-HUY'undan, kalabalığa rağmen YALNIZLIK DUYGUSU'ndan kaçıp kurtulmak isteyen pek çok insan, HİMALAYA dağlarında, AFRİKA köylerinde, TAYLAND'ın ormanlarında huzuru aramaktadır. Geride kalanlar ise UYUŞTURUCU, İÇKİ, ve ŞİDDET batağında kıvranıyorlar.
İşte "BATI'da ne varsa bizde de olacak" vaadinde bulunanların gözden kaçırdıkları budur... Halbuki bütün KALKINMA, GELİŞME, İLERLEME projelerinin amacı insanları eskisinden daha MUTLU, daha HUZURLU, daha SAĞLIKLI, daha GÜVENLİ hale getirmektir. Eğer "kalkınma, gelişme" bunu sağlamıyorsa, o zaman bir yerlerde HATA var demektir.
Dikkat edilirse ATATÜRK, ÇALIŞMA bahsine ayırdığı sözlerin hemen yarısında BAŞKALARI İÇİN, GELECEK NESİLLER İÇİN amacını koymuştur. Yani sadece kendisi için çalışanların ne kadar BİLGİLİ, ne kadar BECERİKLİ olurlarsa olsunlar, ülkenin ilerlemesinde katkıları olmıyacağını belirtmek istemiştir. Daha doğrusu demek istemiştir ki, "Kişi sadece kendini düşünerek çalışacaksa, olmaz olsun!"
Bu ifademiz biraz zorlama görünebilir, ama değildir. Sadece kendini düşünen bir doktor, muayenehanesine gelen hastayı gerek olmasa da ameliya edebilir. Biz böyle çok doktor ile karşılaştık... Mide kanserine yakalanmış, su bile içse çıkaran bir hastayı götürdüğümüz profesör bozuntusu bir doktor, hastayı ameliyata kalktı!.. "Peki doktor, hastanın bu ameliyatla kurtulma ümidi var mı?" diye sorduğumuzda, olmadığını da itiraf etti! "Peki, bari son günlerinde ızdırabı azalacak mı, rahat yiyip içebilecek mi?" diye sorduk. Ona da hık-mık etti... Anladık ki, bu paragöz herif hastayı yolmaktan başka bir şey düşünmüyor!..
Şimdi böyle bir doktor gününü hasta ameliyatı ile dolu geçirse, ameliyat ettiklerinin yarısından fazlası ameliyat gerektirmeyen hastalar olduktan sonra, o adamı "çok çalışmış" sayabilir miyiz?..İnsanları gereksiz yere yaralıyan kişiden memlekete ne hayır gelir?..
Aynı şey müşterilerine bayat et pişiren, kötü ayakkabı yapan, hileli yiyecek satan, çürük bina inşa eden, rüşvet alan, maaşını az görüp 8 saat çalışacağına iş yerinde uyuklayan herkes için söz konusudur!..
Bu kişiler ÇALIŞMA'nın aslında BAŞKALARI için olduğunu, ÜCRET'in ise ancak karşı taraf verilen HİZMET'ten memnun kalırsa HELAL olduğunu; aksi takdirde İNSANLIĞA ve TABİATA HAKSIZLIK olduğunu, bu yüzden de HARAM olduğunu farketmemişlerdir.
Hele ki bütün FERTLER bu zihniyetle hareket ederse, ortada HUMMALI bir FAALİYET olmasına rağmen, arkasında sadece ALDATMA, HAKSIZLIK ve TAHRİBAT vardır ve netice de TOPLUM da TABİAT ta zarar görür.
Sözlerimizin doğruluğu, EMPERYALİST BATI'nın terkettiği bütün SÖMÜRGE ülkelerdeki harabattan, hatta kendi ülkelerindeki kirlenme ve huzursuzluktan anlaşılabilir.
Bu konu bir EĞİTİM meselesidir. Hem AİLE'de, hem OKULLAR'da, hem de MESLEK EĞİTİMİ veren kurumlarda insanların ruhuna işlenmelidir. MÜHENDİSLER, DOKTORLAR, ASKERLER, HAKİMLER, ÖĞRETMENLER, GAZETECİLER, TÜCCARLAR, POLİSLER, İŞÇİLER, ESNAF hep bu zihniyetle yetiştirilmelidir. ÇALIŞMA konusu ve İŞ TERBİYESİ, ATATÜRKÇÜ felsefenin temel taşlarından biridir.

6 Kasım 2008 Perşembe

“YORUM FARKI”
SÖZ USTALIĞI VE BİLİNÇ
Emre Kongar ve Mehmet Barlas’ın NTV Televizyonunda yaptıkları “Yorum Farkı” programını dikkatle izleyenlerdenim.
Ünlü bir sosyolog ve bilim adamı olan Emre Kongar’ı ve şöhretini köşe yazarlığına borçlu, hukuk mezunu Mehmet Barlas’ın konuları tartışırken sergiledikleri ustalığa hayranım.
Onlara imreniyorum.
Milyonları ekranlara kilitleyen, bu bilgi varsılı söz ustalarının “bilgi yarışması”na dönüşen programlarda birbirlerine karşı takındıkları “incinsen de incitme” tavrını gözlerken hep düşünmüşümdür.
Keşke, bir gün de “bilinç” konusunu tartışsalar.
Çevre, tasarruf, trafik ve vergi bilincini konuşsalar…
Bu alanlarda sürüp giden yolsuzlukları; Nedenleri, sebep-sonuç ve olumsuz etkileriyle ilgili düşüncelerini ortaya koysalar…
Örneğin, her gün onlarca can alan, maddi kayıplara yol açan trafik kazalarında “insan kusuru”nu en aza çekecek “trafik terörü”ne son verecek, “trafik bilinci “ ile ilgili görüşlerini dile getirseler…
Neden keşke diyorum?
Çok basit.

Çevre, tüketim, trafik, sağlık, vergi, rüşvet, iş ahlakı, milli servet ve her şeyi devletten bekleme gibi alanlarda yaklaşık 20 yıldır devam eden “okul dışı eğitim” çalışmalarında yeni bir bilinç anlayışı geliştirdiğimizi düşünüyor ve yaşanmakta olan sorunların/yolsuzlukların tümünün “bilinç yoksulu” bir toplum oluşumuzdan kaynaklandığını savunuyorum.
Çünkü kendimi, bir Bilinçolog olarak tanımlıyorum da ondan.
Keşke…Nerde o günler…
Diyojen
Bilinç Üniversitesi Rektörü
Nam-ı diğer Galip BARAN

1 Kasım 2008 Cumartesi

"YARGITAY BAŞKANI'NA AÇIK MEKTUP VE İŞBİRLİĞİ ÇAĞRIMIZ"


Hasan GERÇEKER
Yargıtay Başkanı
Konu: “Bilinç Yoksulu” bir toplumda “Yurdu ve milleti özden çok sevme” ilkesini hayata geçirme sorunumuz.
Sayın Hasan GERÇEKER
Bizler; çevre, tüketim, trafik, sağlık, vergi, rüşvet, iş ahlakı, milli servet, imar ve her şeyi devletten bekleme alışkanlığı v.b. alanlarda yıllardır yapmakta olduğumuz, yaşam tarzımızda “DEVRİM” niteliğinde değişikliklere yol açan “okul dışı eğitim” çalışmalarında “yeni bir bilinç” anlayışı geliştirdik. Bilinç kavramını sorumluluk kavramıyla bütünleştirdik. Somutlaştırdık. Bu sonucu “Yasa Bilinci” olarak açıklayıp tanımladık.
1996 yılında, Bodrum’da, “Trafik kurallarına uyalım uymayanları uyaralım” çağrısından esinlenerek, Trafik Yasası’nın yayalarla ilgili trafik ışıklarıyla donatılmış kavşaklarda başlattığımız çalışmada geliştirdiğimiz, “trafik terörüne son verme ve demokrasiyi tabana yayma” projemizin uygulamasında edindiğimiz birikimden yola çıkarak geliştirdiğimiz; “Trafik Bilinci”ni: “Trafik Yasası’nın kurallarının tümüne, aynı özen ve duyarlıkla uyulmasını ve uymayanların uyarılmasını öngören bir kavram” şeklinde ifade ettik.
Trafik Yasası’nın sürücülerle ilgili kırmızı ışık kuralına uyan sürücülerin, yaya iken (genelde herkesin) aynı yasanın yayalarla ilgili kırmızı ışık kuralına uymadıkları, uysalar bile uymayanları uyarmadıkları gerçeği ve trafik kazalarında “insan kusuru”nun % 95 düzeyinde olduğu dikkate alındığında, “Trafik Bilinci”nden bi-haber bir toplum olduğumuz kolayca görülür.
Böylece bizler, bu durumu ve bilincin bütünsel bir kavram olduğu gerçeğini dikkate alarak yaptığımız değerlendirme sonucunda, “bilinç yoksulu” bir toplum olduğumuza inanmış ve ifade etmiş bulunuyoruz…
Diğer taraftan, ben, birey olarak, bu çalışmalarda yer alanlar arasında, bir emekli (koşulları en uygun kişi) olarak, bütün zamanımı harcayarak sürdürdüğüm bu etkinliklerin bir aşamasında, “Yasa Bağımlısı” olduğumun farkına vardım.
Bodrum’da uygulamaya koyduğumuz projenin Ankara, İstanbul, İzmir başta olmak üzere, Anadolu’nun pek çok kentinde gerçekleştirdiğimiz etkinliklerinde; rütbeli-rütbesiz her kesimden polislerin, askerlerin, hatta deneyimli avukatların bile kural çiğnediklerini, trafik suçu işlediklerini gördük.
Onları; “Yeşili Bekle, lütfen” ve “Sağdan lütfen” yazılı pankartlarla gerçekleştirdiğimiz uygulamalarda, bazen, “Sosyal Yaptırım” olarak tanımladığımız, bireyin “utanma duygusu”nu hedef alan bir yöntemle, sessizce; bazen de, “Komiserim! Yüzbaşım! Memur bey! Trafik suçu işlediniz! “ diyerek, megafonla seslenerek uyardık.
Uyarılanların bazılarının “bizi utandırdınız” diyerek, bazı trafik polislerinin, “bir daha olmaz” diyerek, ancak gülümseyerek gösterdikleri tepkiler karşısında; devlet kuramının “olmazsa olmaz”ı bir kavram olduğuna inandığımız YASA konusunda bir “BOŞLUK” yaşandığını, bu nedenle işlevsel bir görev yapmakta olduğumuzu anladık.
Zaman zaman gözaltına alındığımız bu çalışmalarda yasa ve bilinç konularında edindiğimiz, birikimimizi üst düzey yetkililere anlatamamanın ve yukarıda sözü edilen “trafik terörüne son verme ve demokrasiyi tabana yayma” projemizin ilk ve orta öğretim okulları müfredat programına “uygulama dersi” olarak konulması için Milli Eğitim Bakanlığına yaptığımız başvurulardan sonuç alamamanın üzüntüsünü yaşarken, basında yer alan haberlerden (*), Yargıtay Üyelerinin de trafik suçu işlediklerini öğrendiğimizde, hiç şaşırmadık…
Sözü edilen çalışmaları yaparken, bir başka “BOŞLUK”u doldurmuş olduğumuzun; öğrencilik günlerimizde, her sabah, okulda, bir ağızdan bağıra çağıra dile getirdiğimiz, “yurdu ve milleti özden çok sevme” ilkesini hayata geçirdiğimizin farkına vardık.
O ilkenin hayata geçemeyişinin “bencil varlıklar” oluşumuzdan kaynaklandığını ve “bencil varlıklar”ın, yurdu ve milleti “özleri kadar” bile sevemeyeceklerini de aynı çalışmalarda öğrendik…
Sayın Başkan,
Bizler; “yurdu ve milleti özden çok sevme” ilkesinin hayata geçirilmesi için gereken çaba gösterilmedikçe;
(a) “Yurtta Barış”ın gerçekleşemeyeceği,
(b) “Muasır Medeniyet”i aşamayacağımız,
(c) Atatürk’ün açtığı yolda gösterdiği hedefe yürüyemeyeceğimiz,
(d) “Birlik beraberlik” ya da “tek yürek” olma söylemlerinin nutuklarda kalacağı,
(e) “Cumhuriyet’in ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızları” olamayacağımız gerçeğini İDRAK ETMİŞ BULUNUYORUZ.
Bize göre; sözü edilen ilkenin hayata geçebilmesi için ilk ve orta öğretim okulları müfredat programına “uygulama dersi” olarak konulması talebiyle M.E.Bakanlığına başvurusunu yaptığımız ,“trafik terörüne son verme ve demokrasiyi tabana yayma” projemizin uygulamaya konması yeterlidir.
Sözü edilen ilkeyi hayata geçirebilme çabamızda bize destek vermenizi, yardımcı olmanızı, bizlerle işbirliği yapmanızı bekliyoruz.
Saygılarımızla
Galip BARAN
Rektör; Bilinç Üniversitesi - Turgutreis-BODRUM
TEL: 0252.382 34 77 -0535.844 84 76
E-posta:
galipbaran@ttmail.com, galipbaran@mynet.com
WEB:
http://galipbaran.blogspot.com/, http://bilinc-universitesi.blogspot.com/, www.turkcelil.com, http://www.internethaber.eu/,
(*) : Yargıtay Üyeleri Trafik cezası ödüyor. Akşam Gazetesi/ 27 Eylül 2008
Yargı soluduğumuz hava kadar önemlidir. Her fırsatta yargı mensuplarının dokunulmazlığı olduğu ileri sürülür. Yargı bağımsızlığı ve hakim teminatını güvenceye alan düzenlemeler dokunulmazlık olarak algılanmamalı. Hakimlerin trafik cezası bile ödemediği yazılıp çiziliyor. Böyle bir şey olabilir mi? Trafik ihlali yapan Yargıtay üyeleri hakkında kesilen cezalar, 1’ Başkanlık Kurulu’na geliyor. Nerdeyse her hafta 4-5 Yargıtay üyesi arkadaşımıza, trafik cezasından kaynaklanan ödeme emri çıkartıyoruz.