12 Temmuz 2008 Cumartesi

PERİYODİK BÜLTEN

FENA MI ?..
YOKSA !.. İYİ Mİ OLDU ?..
Sayın Süleyman DEMİREL,
Sayın Ahmed Necdet SEZER ve
Sayın Abdullah GÜL,
“Devlete sahip çıkma” yı öngören “okul dışı eğitim” çalışmalarımızda, Cumhurbaşkanlığı görevini tedvir ettiğiniz/ etmekte olduğunuz yıllarda, karşılaştığımız sorunların üstesinden gelebilmek, zorlukları aşabilmek için, Cumhurbaşkanlığı Makamı’na ( 3 adedi. DEMİREL’e, 10 adedi SEZER’e ve sonuncusu da GÜL’e olmak üzere) toplam olarak 14 defa başvurdum. “Derde şifa” bir sonuç alamadım. Yerimde olsaydınız, siz ne yapardınız?
Ben sizin yerinizde olsaydım, en azından, köşke çağırır, yüz yüze kutlardım. Sanırım, çok da iyi olurdu...
Bunu gören, onlarca, belki yüzlerce insan; “Seni, Cumhurbaşkanı bile ciddiye almıyor” demezdi. Beni yalnız bırakmazdı. Belki, onları görenler de benzer çalışmalar başlatırlardı. Bana “senin gibilerin sayısı çoğalmalı” diyenler çoğaldığımızı görürlerdi. Fena mı, yoksa iyi mi oldu?
Yerimde olmadınız, yardımcı olamadınız. Benim gibilerin sayısı çoğalmadı. Ama, ben, “ölünceye kadar” diyerek TAAHHÜT ettiğim ( “Her kavşağa bir Galip”/ Sabah Gazetesi/ 16 Aralık 1997) “okul dışı eğitim” çalışmalarımızı tek başıma da olsa sürdürüyorum. Fena mı, yoksa iyi mi oldu?
Şu da var ki, beni ciddiye almamanızın, destek vermemenizin ve yalnız kalışımın yol açtığı motivasyon(!)dan olacak, insanı davranışlarını araştırdığım bu çalışmalarda “bilinç” konusunda uzmanlaştım. Bilinç bağımlısı” oldum. Bir “Bilinç Üniversitesi” kurdum. Fena mı, yoksa iyi mi oldu?
“Devlete sahip çıkma”yı böylesine önemsemiş olmamdan olacak “yasa bağımlısı” da oldum. Devlete herkesten daha çok sahip çıkmağa başladım. Fena mı oldu, iyi mi oldu?
Galip BARAN
***
KAVRAMLAR VE BİZ…
ÖN BİLGİ
: Kavram ( Ali Püsküllüoğlu): (1) bir nesnenin, bir duygunun ya da düşüncenin zihindeki soyut ve genel tasarımı, anlamı, anlam yükü. (2) fels. Nesnelerin ya da olayların ortak özelliklerini içine alan ve onları bir ortak ad altında toplayan genel tasarım. Kavram kargaşası: kavramların birbirine karıştırılması, kavramlarda karışıklık olması.
“Yasa”, “demokrasi” ve “bilinç” kavramları ile ilgili saptamalarımız:
Bir ülkede, cumhurbaşkanları dahil herkes;
* “KURAL”a / “YASA”ya, işine ve kolayına geldiği YERDE; işine ve kolayına geldiği ZAMANDA ve işine ve kolayına geldiği KADAR uyuyorsa; demokrasinin “sınırsız özgürlük” olmadığını bilmiyorsa,
* “Trafik Yasası”nın “yayalarla ilgili kırmızı ışık kuralı”nı (sürücü iken değilse bile) yaya iken çiğniyorsa; sözü edilen yasanın yayaları ve sürücüleri ilgilendiren kurallarıyla bir bütün olduğundan bi-haberse,
* “Duyarlıyım” demesi gerekirken “bilinçliyim”, ya da “toplumu/halkı/ birilerini bilgilendiriyorum” demesi gerekirken “bilinçlendiriyorum” diyorsa; (toplum) “Bilinç yoksulu” ise, O ülkede “kavram kargaşası” var demektir. O ülkede “barış” olamaz, O ülke Türkiye’dir…
Çevre, tüketim, trafik, sağlık, vergi, rüşvet, iş ahlakı, milli servet, imar, her şeyi devletten bekleme gibi alanlarda yıllardır devam eden “okul dışı eğitim” çalışmalarımız gösterdi ki; öğrenci olarak kapağı atmak ya da öğretim üyesi olarak saflarında yer almak için çılgınca yarıştığımız, çoook ve böyyyük üniversitelerimize karşın “yasa”, “demokrasi” ve “bilinç” konularında “kreş çocuğu” kadar cahiliz. Bu sözcüklerin sözlükteki anlamlarını ezberlemenin anlamsızlığının farkında değiliz! “Cahiliye Dönemi” yaşıyoruz, adeta…
Galip BARAN
***
YORUMLAR, ÖNERİ VE KATKILAR:
01. 27 Haziran 2008 Cuma POPÜLER BİLİNÇ // TÜRKİYE'NİN İHTİYACI.... Sayın Zülfü Livaneli'nin ( Z. L. ) Vatan'daki, 21. 06 . 2008 tarihli, "Türkiye'nin lhtiyacı olan şey gerçek bir sol partidir" başlıklı yazısı ve Galip Baran'ın (G. B) karşı düşünceleri ve önerileri hakkında:
Tarihi: 30 Haziran 2008 Pazartesi, 8:42
Galip bey ben ne sizi tanıyorum ve ne de Zülfü Livaneli'nin söylediklerin inanıyorum. Ama sizi bu yazınızdan dolayı destekliyorum. Livaneli gibi arkadaşlar hangi soldan söz ediyorlar? Kendisi yıllarca yurt dışında kaldı orada örendiklerinin kaçını uygulamaya koymuştur. Kaçı için mücadele etmiştir acaba? Diyelim ki etti. Türkiye şartlarında bir başka ülkenin koşulları aynı mı? Bir ara İstanbul belediye başkanlığına aday olmaya kalktı en ufak bir pürüzde geri çekildi. Sonra kendisine gelecekte ömür boyu maaş bağlatacak bir şekilde milletvekili seçildi. Seçildikten sonra önce partisin terk edenler listesinde oldu. Madem seçildiğiniz partiyi sol görmediniz neden seçildiniz? Sol gördünüz neden kalmadınız? Kalmayarak kimin ekmeğine yağ sürdünüz. Birilerini güldürmek için mi yaptınız demekten başka düşüncelere sahip olamıyorum.
Ve CHP bir sol parti değildir. Bunu hala sol parti olarak kabul eden aklıevveller akıllarından çıkarsınlar. CHP sosyal demokrat bir yolda olduğunu söyleyip kendi doğrultusunda devam etmektedir. Öncelikle ulusalcıdır kendisine göre. İkinci Cumhuriyetçilere toplumun gönlünde yer yoktur Livaneli bunu bilmeli diye düşünüyorum. Belki de vardır, birilerine sormak gerekir yazınız karşısında ilk duygularım ve öylesine bir yazı işte. Selâmlar. İyi çalışmalar. Arslan…
***
CUMHURBAŞKANI'NA VE BİRLEŞMİŞ MİLLETLER GENEL SEKRETERİ'NE MEKTUPLAR,
Date: Thu, 3 Jul 2008 20:17:23 +0300 hakkındadır.
Sayın Ahmet Baykal,TÜTEV Yönetim Kurulu BaşkanıSayın Başkan,"Sayın Cumhurbaşkanımız" şeklinde başlamadığı için okumadan iade ettiğinizi ifade etttiğiniz bu günkü yazımı şöylece de olsa bir gözden geçirseydiniz , aşağıdaki satırları okusaydınız, belki iade edecek kadar rahatsız olmazdınız. "Bu sorunları ve engelleri aşabilmek için, aralarında Cumhurbaşkanlılığı Makamı'nın da bulunduğu kurum ve kuruluşlara yaptığımız, olumlu bir sonuç alamadığımız başvuruların sayısı 300'ü aştı." Bu satırları biraz açarak devam edecek olursam: Devletin üstesinden gelemediği sorunların önlenmesi için hiçbir mecburiyetiniz olmadığı halde yıllarca çalışsaydınız. Karşılaştığınız zorlukları aşabilmek için Cumhurbaşkanlığı Makamına 16, Başbakanlığı 18, TBMM'e 5, Milli Eğitim Bakanlığına 7 , Muğla Valiliğine 51, Bodrum Kaymakamlığına 63, Turgutreis Belediye Başkanlığına 48 defa başvurduğunuz halde "derde şdeva" bir sonuç alamasaydınız; yerimde olsaydınız, ne yapardınız, merak ediyorum.Yerinizde olsaydım, yazdıklarına her konuda katıldığım bir insanın bu yazısını da, yazdıklarının hatırı için okurdum, efendim...Saygılarımla.
Galip Baran
***
03. Original Message ----- From: tutev@tutev.org / To: "galip baran" galipbaran@ttmail.com Sent: Thursday, July 03, 2008 4:24 PM//Subject:
Re: CUMHURBAŞKANI'NA VE BİRLEŞMİŞ MİLLETLER GENEL SEKRETERİ'NE MEKTUPLAR
Sayın Galip Baran,Gelen yazılarınızdan sosyal sorumluluk sahibi bir insan olduğunuz belli. Her konuda sizlere katıldığımızı rahatlıkla yazabiliriz. Ancak bu günkü yazınızı okumadan size iade ettiğimi üzülerek belirtmek isterim. Zira bu dilekçe kendisini okutmuyor. Neden mi? Şunun için:Cumhurbaşkanlığı Makamı, bu ülkenin en üst makamıdır. İster beğenin, ister beğenmeyin, o makamı işgal eden zat, 77 milyonu temsil eder. Buna rağmen siz, ancak yabancı bir ülkenin vatandaşının hitap edebileceği tarzda, "Sayın Cumhurbaşkanı" diye yazıyorsunuz. Oldu mu şimdi? Doğrusu, "Sayın Cumhurbaşkanımız" şeklindedir ve böyle yazılmalıdır. Bu tarz çok medenî insanların tarzıdır ve aynı zamanda okuyan nedinde de saygınlık kazanır, hüsn-ü kabul görür. Bunu kabul edip etmemek sizin elinizdedir ve istediğiniz gibi de yazabilirsiniz ancak, davranış bilimleri ile uğraşanlar nezdinde yakayı ele verirsiniz. Nasıl mı? Şöyle:Yazılar aslında konuşan dildir. İnsan karakteri, dilde gizlidir.Bu bir tenkit değil, dostça bir uyarıdır. Saygılarımla,
Ahmet Baykal, TÜTEV Yönetim Kurulu Başkanıhttp://www.tutev.org/ / 08.05.2008
***
İŞTE “O” MEKTUPLAR VE DİLEKÇE!
BİR DE SİZ DEĞERLENDİRİN LÜTFEN:
CUMHURBAŞKANI'NA AÇIK DİLEKÇE...
Sayın Abdullah Gül, Cumhurbaşkanı
KONU: Yıllardır devam eden "Okul dışı eğitim çalışmaları"nda geliştirdiğimiz "trafik terörüne son verme ve demokrasiyi tabana yayma" projemizin İlk ve Orta Öğretim Okulları müfredat programına "uygulama dersi" olarak konulması.Sayın Cumhurbaşkanı,Bizler, bir elin parmaklarını bulmayan sayıdaki varlığımızla, yıllardır; çevre, tüketim, trafik, sağlık, vergi, rüşvet, milli servet, imar, iş ahlakı, her şeyi devletten bekleme alışkanlığı sorunlarının yaşandığı alanlarda bazı "okul dışı eğitim çalışmaları" yapıyoruz.(a) Yaklaşık 20 yıldır devam eden bu çalışmaların bir aşamasında; yeni bir bilinç anlayışı geliştirdiğimizin ve yaşam tarzımızın toplumun çıkarını gözetecek biçimde, Kur'anı Kerim'in Haşr Suresi 9. Ayetinde sözü edilen İsar kavramı ile bire-bir örtüşecek şekilde değişmeğe başladığının farkına vardık. Sonuçta, içimizden gelen bir sese uyarak, başkalarının farkında olmadıkları, olsalar bile umursamadıkları sorunlarla ilgilenmeğe başladık. Bu ilgiyi toplumsal sorumluluk bilinci" olarak tanımladık.(b) Sözü edilen çalışmaların daha ileri bir aşamasında, "yasa bağımlısı" olarak tanımlanabilecek bir kişilik ya da özellik edindiğimizi; yurdumuzu ve milletimizi kendimizden çok sevmeğe başladığımızı fark ettik. Nasıl yaşadığımızı görenlerin, bizleri, "herkes sizin gibi olsa" ve "sizin gibilerin sayısı çoğalmalı" benzeri cümlelerle övdüklerini görünce; "toplumsal sorumluluk bilinci" olarak tanımladığımız kavramın yaşama geçmesi ve "yasa bağımlıları sayısının artması" durumunda, "birlik beraberlik" beklentilerimizin, ulusal bütünlüğümüzün, diğer deyişle, "yurtta barış"ın gerçekleşeceğine, bu sonucun "dünya barışı" için örnek teşkil edeceğine inandık.* Ancak, bu noktaya gelmemizi sağlayan, devletin "iş yükü"nü azaltmayı hedef aldığı açıkça görülen çalışmalarımızda türlü sorunlarla ve engellerle karşılaştık.* Bu sorunları ve engelleri aşabilmek için, aralarında Cumhurbaşkanlılığı Makamı'nın da bulunduğu kurum ve kuruluşlara yaptığımız, olumlu bir sonuç alamadığımız başvuruların sayısı 300'ü aştı.* Sözü edilen makamlar, yaptığımız çalışmaları, uyguladığımız örnek projeleri doğru değerlendiremediler hak ettiğimiz ilgiyi gösteremediler, bizlerle işbirliği yapamadılar.* Aynı çalışmalarda geliştirdiğimiz, İlk ve Orta Öğretim Okulları müfredat programına "uygulama dersi" olarak konulması için M. E. Bakanlığına başvurusunu yaptığımız, "trafik terörüne son verme ve demokrasiyi tabana yayma" projesi ciddiye alınmadı.* Sözü edilen projenin İstanbul'daki uygulamasını yaptığım sırada gözaltına alındım.* Yukarıda değinilen" bilinç anlayışı", "toplumsal sorumluluk bilinci" ve "yasa bağımlılığı" konularında İlk ve Orta Öğretim Okulları Öğrencilerine konferans vermek amacıyla Muğla Valiliğine yaptığım başvuruya "olur" verilmesi üzerine vermeğe başladığımız konferanslarertesi yıl Bodrum Kaymakamlığınca engellendi.* "İş yükü"nü azaltma çabası içinde olduğumuz kurum ve kuruluşların bu olumsuz davranışlarına karşın; bizler, başta sözü edilen çalışmalarımızı ara vermeksizin sürdürdük.Sayın Cumhurbaşkanı; Geçtiğimiz günlerde Hürriyet Gazetesinde yer alan bir haberden, sizin "Trafikte dikkat, 10 bin hayat" adıyla başlatılan bir kampanyaya destek verdiğinizi öğrendik* Bu haber üzerine, tedvir etmekte olduğunuz Cumhurbaşkanlığı Makamına bir daha başvurmak ve destek istemek gereğini duyduk...* Hürrriyet'teki haberde,"herkesi kurallara uymaya mecbur etMELİyiz" dediğinizi okuyunca; yıllardır yapılan "trafik kurallarına uyaLIM, uymayanları uyaraLIM" ya da "çevremizi temiz tutaLIM" çağrılarında görüldüğü gibi ; "meli", "malı" ve "lim", "lım" takıları kullanılarakdile getirilen çağrı ve önerilerin bir işe yaramadığı gerçeğine dikkat çekmemizin uygun olacağını düşündük.* Hürriyet'teki haberde, ayrıca, "Trafikte dikkat, 10 bin hayat" kampanyasının amacını, "üç yılda ölüm oranını üçte bire indirmek" şeklinde ifade etmiş olduğunuz da kaydediliyor.* Bizler, yukarıda sözü edilen"Trafik terörüne son verme ve demokrasiyi tabana yayma" projesinin İlk ve orta öğretim okulları müfredat programına "uygulama dersi" olarak konularak yaşama geçirilmesi durumunda, sözünü ettiğiniz oranın, çok daha kısa zamanda, çok daha aşağıya, çok daha kolaylıkla çekilebileceğini savunuyoruz. Sonuç olarak; size, "okul dışı eğitim çalışmaları"mızla ilgili olarak bir brifing verme önerisinde bulunmamızın uygun olacağını düşünüyoruz. Brifing önerimizi, "Çevre", "tasarruf ", "trafik " ve "vergi " gibi konularda ne kadar bilinçsiz bir toplum olduğumuzu dikkate alarak olumlu karşılayacağınıza inanıyoruz. Durumu bilgileriniz ve gereğini takdirlerinize arz ederiz. Saygılarımızla, Galip BARAN
Rektör/ Bilinç Üniversitesi/ Turgutreis
****
VE;
02 Temmuz 2008 TARİHLİ
BM GENEL SEKRETERİ’NE MEKTUP:
"Open" Letter to Mr. BAN KI MOONMr. Ban Ki MoonThe Secretary General of the United NationsRef: We kindly request your help for the introduction of the slogan"Problem Ego(t)ism; Solution Altruism", which we believe to be aneffective and guiding instrument to achieve the goals of the UN Charter.Dear Secretary General,We have been performing some "out-of-school training" activities for yearson fields where there are problems of environment, consumption, traffic,health, taxes, bribery, national wealth, development, business ethics,habit of expecting everything from the government, etc.At one stage of these activities causing revolutionary changes in our lifestyles, we have realized that we started to recognize ourselves, "theCreator" and to mature.It helped us understand that human's "independency from himself/herself",or in our words being a "self-sacrificing creature", was sine qua non forthe attainment of the UN Charter.Taking into account this reality, we produced the (a) slogan: "ProblemEgo(t)ism; Solution Altruism"If this slogan can be widely accepted all over the world and can beimplemented,we think and argue that the "World Peace" can be easily realized, whichwas expressed by Atatürk with his slogan of "Peace at home, Peace in theworld" before the establishment of the United Nations, and which wasexplained by him as "Working for the happiness of the world nations meansworking on providing our own peace and happiness" and as "Entire happinessand enjoyment in life can only be found in working for the glory,existence and happiness of the future generations".Dear Secretary General,We would very much appreciate your help to introduce the slogan of"Problem Ego(t)ism, Solution Altruism" throughout the world.Yours sincerely,
Galip BARAN
Rector of University of Consciousness, Turgutreis-BODRUMTel: +90 (252) 382 34 77 - +90 (535) 844 84 76E-mail: galipbaran@ttmail.com, galipbaran@mynet.comWeb site: http://www.turkcelil.com; - http://www.galipbaran.blogspot.com/
***
YENİ YAZILAR VE MAKALELER:
(TEMMUZ-1008, Bülten No:2)
VATANSEVERLİK? 06.07.2008
Sayın Mehmet Y. Yılmaz, Hürriyet’teki 17. 10 2007 tarihli, Kaz Dağları’ndaki altın arama faaliyetiyle ilgili, “Vatanınızı gerçekten seviyor musunuz?” başlıklı, yazısında:
* Herkesin vatanını sevdiğini, bunun çok kolay söylendiğini ifade ediyor, ancak bu sevginin “sorumluluk” öngördüğünün altını çiziyor.
* Askerlik ve vergi gibi çoğu kez yaptırım korkusuyla yerine getirilen yükümlülüklerin “vatan sevgisi” ile karşılaştırılamayacağını söylüyor.
* Gerçek vatanı sevgisinin; vatanın kuşlarını, böceklerini, vahşi hayvanlarını, ağaçlarını, dağlarını taşlarını, insanlarını severek; onların üzerine titreyerek gösterilmesi gerektiğine dikkat çekiyor.
* Vatanı gerçekten sevenleri, Kaz Dağların’ındaki altın arama faaliyetine tepki göstermeğe çağırıyor… Sayın Yılmaz’ın dikkat çektiği, “sorumluluk” kavramıyla ilgili olarak diyeceklerim:
* Bir elin parmaklarını bulmayan varlığımızla, çevre, tüketim, trafik, sağlık, vergi, rüşvet, iş ahlakı, milli servet, imar ve her şeyi devletten bekleme alışkanlığı gibi alanlarda yıllardır yapmakta olduğumuz, “okul dışı eğitim” çalışmalarında, bizler; “toplumsal sorumluluk bilinci” olarak tanımladığımız bir kavram geliştirdik. “Bilinç“ konusunda adeta uzmanlaştık.
* Öyle ki, ben; koşulları en elverişli, tuzu en kuru kişi olarak gösterebildiğim yoğun çaba sonucu, önce “bilinç” ardından “yasa bağımlısı” oldum.
* “ANDIMIZ” da yer alan “yurdu ve milleti özden çok sevme” ilkesini özümsedim. Bir başka deyişle, “yurdumla ve milletimle” adeta özdeşleştim.
* “Türkiye’yi dış borç yükünden kurtarma” amaçlı bir kampanya başlatma girişiminde bulundum. Bu girişim, 57-58-59 ve 60. hükümetlerin dikkate almamaları yüzünden sonuçsuz kaldı. O kampanya için kiradaki evimden elde ettiğim kira gelirimin yarısını, bir yıl süreyle, “gönüllü vergi” olarak ödeyecektim. Taahhüt ettiğim katkıların birisi buydu. İzleyen yıllarda o evi sattım ve elime geçeni yukarıda sözü edilen çalışmalarda harcadım. Ev satışından, elime, 90 Milyar TL’ye geçti. 90 Milyarı devlet tahviline yatırsaydım bugün ne olurdu? Bunu merak etmiyorum. Ama “ kampanya başlatılsaydı, Türkiye dış borç yükünden kurtulsaydı ne olurdu?” sorusunun cevabını doğrusu çok merak ediyorum…
* Yaklaşık 1150 YTL emekli maaşı alıyorum. Şu var ki, bu ülkede ne kadar az ücretle çalışıldığını ve bazılarının ne kadar azla yaşamak zorunda kaldıklarını düşündüğümde kendimden utanıyorum… Diğer taraftan, yukarıda sözü edilen ilkenin yaşama geçmesi durumunda;
* “Yurtta Barış”ın sağlanacağına,.
* “Muasır Medeniyet”in kolayca aşılabileceğüine,
* “Cumhuriyet’in yüksek seciyeli muhafızları” olacağımıza,
* “Atatürk’ün açtığı yolda gösterdiği hedefe” ulaşabileceğimize,
* “AB’nin”, ya da “ABD’nin uydusu olmak”tan kurtulacağımıza, İnanıyorum.
Sonuç olarak: “Çözüm, yurdu ve milleti özden çok sevmektir” diyorum…
Bu yazıyı okuyanları, sözü edilen ilkeyle ilgili olarak, benzer ya da farklı görüşlerini açıklamağa davet ediyorum…
Galip BARAN
***
TÜRKİYE KAZANACAKSA!.. KAZANMALI İSE:
İŞTE ÇÖZÜM!
GALİP BARAN, 31.01.2008
Yurdunu, milletini özünden çok seven ÖĞRENCİ’nin ANDI
(TÜRKİYE’NİN KURTULUŞ PROJESİ)
Ben …………………Bundan böyle;
(a) Yaşıtlarıma: Çevreyi kirletmemelerini/ aşırı tüketmemelerini/ trafik kurallarını çiğnememelerini/ milli servete zarar vermemelerini/ toplum sağlığına aykırı alışkanlıklar edinmemelerini, yani KIRMIZIDA DURMALARINI ve geçmeğe kalkışan yaşıtlarını, “SOSYAL YAPTIRIM” olarak bilinen yöntemle uyarmalarını, uyardıklarına, kendilerinin de başka yaşıtlarını aynı yöntemle uyarmalarını önermelerini önereceğime VE-
(b) (yakınım olan) Büyüklerime, ayrıca: Vergi kaçırmamalarını/ rüşvet vermemelerini-almamalarını/ imar yasasına aykırı işler yapmamalarını/ iş ahlakının korunması için çaba göstermelerini/ “her şeyi devletten bekleme alışkanlığı”ndan vaz geçmelerini, yani KIRMIZIDA DURMALARINI ve geçmeğe kalkışanları “SOSYAL YAPTIRIM” olarak bilinen yöntemle uyarmalarını, uyardıklarına, kendilerinin de başkalarını aynı yöntemle uyarmalarını önermelerini, önereceğime “SÖZ VERİYORUM”
KIRMIZIDA DURMAK: “İnsan ve insan haklarına saygı”yı ve “her türlü yanlış, iş, davranış ve haksızlıktan kaçınma”yı öngören bir kavramdır.
SOSYAL YAPTIRIM : “Kırmızıda geçeni; anında, yüzüne karşı, utanmaktan başka bir tepki gösteremeyecek şekilde uyarmak”tır.
Okulum :
Sınıfım :
Numaram :
İMZA :
***
YASALARA TECAVÜZ VE YASA BAĞIMLILIĞI…
Galip BARAN, (03.07.2008)
Sayın Fikret BİLA, Cumhuriyet Gazetesi
14. 05. 2008 tarihli Cumhuriyet’te yer alan “Tecavüz Mantığı” başlıklı yazınızda; “YasalaraTecavüz”, “Turiste Tecavüz”, “Tarihe Tecavüz”, “Doğaya Tecavüz”, “Sanata Tecavüz” şeklinde sınıflandırdığınız sorunları “toplumsal dağılma” olarak tanımladınız.
Saydığınız sorunların “Yasalara Tecavüz” şeklinde tek başlık altında toplanabileceğine inanıyoruz. Aşağıda açıklanacağı üzere, yukarıda sayılanlar yanında daha pek çok sorunun, “ANDIMIZ”da yer alan “yurdu ve milleti özden çok sevme” ilkesini yaşama geçirmeyi başarabildiğimizde çözüleceğini, “toplumsal dağılma” nın sona ereceğini düşünüyoruz…
Bizler, bir elin parmaklarını bulmayan sayıdaki varlığımızla, yıllardır; çevre, tüketim, trafik, sağlık, vergi, rüşvet, milli servet, imar, iş ahlakı, her şeyi devletten bekleme alışkanlığı gibi sorunların yaşandığı alanlarda bazı “okul dışı eğitim” çalışmaları yapıyoruz.
Yaklaşık 20 yıldır devam eden bu çalışmaların ileri bir aşamasında, “yeni bir bilinç” anlayışı geliştirdik. Yaşam tarzımız toplumun çıkarını gözetecek biçimde değişti. Yukarıda sayılan alanlarda olup biten, başkalarının dikkatini çekmeyen, çekse bile “bana-ne” denilerek geçiştirilen sorunlarla ilgilenmeğe başladık. Bunu “toplumsal sorumluluk bilinci” olarak tanımladık. Bazılarımız, bu ısrarlı, kararlı ve özenli çalışmaların sonunda, “Yasa bağımlısı” olduk. “ANDIMIZ”da yer alan, yukarıda sözü edilen, ilkeyi özümsedik. Yurdumuzu ve milletimizi kendimizden çok sevmeğe başladık.
İzleyenlerin, “herkes sizin gibi olsa” ve “sizin gibilerin sayısı çoğalmalı” benzeri cümlelerle övmeğe başlamaları üzerine; “toplumsal sorumluluk bilinci”nin yaşama geçmesi ve “yasa bağımlısı” sayısının artması durumunda; ”tek yürek olma” hayallerimizin, ulusal bütünlüğümüzün, “yurtta barış”ın gerçekleşeceğine inandık.
Ancak, bu çalışmalarda, karşılaştığımız bazı zorlukları aşmak için aralarında Cumhurbaşkanlılığı Makamı’nın da bulunduğu kurum ve kuruluşlara yaptığımız (300’ü aşan sayıdaki) başvurulardan bir sonuç alamadık.
* Sözü edilen kurum ve kuruluşlar, devletin “iş yükü”nü azaltmayı hedef alan bu çalışmaları doğru değerlendiremediler. İşbirliği önerilerimizi red ettiler.
* Bu çalışmalarda geliştirdiğimiz, İlk ve Orta Öğretim Okulları müfredat programına “uygulama dersi” olarak konulması için M. E. Bakanlığına başvurusunu yaptığımız, “trafik terörüne son verme ve demokrasiyi tabana yayma” projesi ciddiye alınmadı.
* Sözü edilen projenin İstanbul’daki uygulamasını yaparken gözaltına alındım (Kırmızı ışık eylemcisi gözaltında/ 22. 04. 1998 / Milliyet )
* Yukarıda değinilen“ bilinç kavramı”, “toplumsal sorumluluk bilinci” ve “yasa bağımlılığı” gibi konularda İlk ve Orta Öğretim Okulları Öğrencilerine konferans vermek için Muğla Valiliğine yaptığım başvuruya “olur” verilmesi üzerine vermeğe başladığım konferanslar ertesi yıl Bodrum Kaymakamlığınca engellendi.
* “İş yükü”nü azaltma çabası içinde olduğumuz kurum ve kuruluşların bu olumsuz tutumlarına karşın; bizler, başta sözü edilen çalışmaları ara vermeksizin sürdürdük…
Sayın Bila,
Yıllardır devam eden “okul dışı eğitim” çalışmalarında geliştirdiğimiz projelerin dikkate alınması ve ülke yararına kullanılması için basın desteğine ihtiyacımız var. Yardımcı olursanız seviniriz. Saygılarımızla,
Galip BARAN-Rektör
***
BİZE GELEN VE HAKKIMIZDA YAYINLANAN:
BEN(CİLLİK), SEN(CİLLİK)VE ÖTESİ
Mustafa Günay, Av. Şehper Ferda DEMİREL (
http://www.turkcelil.com/)
BEN(CİLLİK), SEN(CİLLİK)VE ÖTESİ
GİRİŞ:
Benden, benlikten söz ederken, “sen”den, ötekinden de söz etmek durumundayız. Elbette benlik kavramı ve benliğin ne olduğu üzerine psikolojiden felsefeye ve edebiyata kadar çeşitli disiplinlerde çok şey yazılmış ve söylenmiş bulunmaktadır.Bu yazıma başlarken “ben” üzerine üç şiirden bazı alıntılar yapacağım:
“beni bende demen bende değilim; Bir ben vardır bende benden içeri” (Yunus Emre)“bakanlar bana; gövdemi görürler; Ben başka yerdeyim” (Asaf Halet Çelebi)“elimden gelen bu ben iki kişiyim; Çoğalmak neyse ne azalmak zor” (Attila İlhan)Her insan bir bendir, kendi benlik bilincine sahiptir. Ama ben olmak ile bencil olmak aynı şey değildir. Gerçekten benliğinin bilincinde olan, ben olan kişi sencil olabilir ancak. Çünkü sen’i bilmeyen, anlamayan, sen ile kendini oluşturmayan ve tamamlamayan ben, eksik bir ben olarak kalmaya yazgılıdır. Söz konusu eksikliğin ve çarpıklığın görünümleri, şiddet, terör, cinayet, kıyım vb. olarak dünyamızı yaşanılmaz bir yere dönüştürmektedir.Ben, var oluşsal bir kavram ve gerçekliktir. Ben, hem maddi hem de tinsel bir gerçekliktir. Bencillik ise var olan bir ben’in diğerleriyle ilişkisinde ortaya çıkan bir tutum/anlayış, ilişki biçimi ve etik boyutu içeren bir eylem tarzıdır.Bir ben olarak her insan, kim olduğunu, ne olduğunu ve olması gerektiğini kendine sorar. Bir bakıma felsefe de insanın kendi var oluşunun neliğine yönelik sorularla kendini ifade eder. Bu soruları araştıran başka insan bilimleri de vardır günümüzde. Ama felsefenin temel soruları diğer bilgi disiplinleri için de yol açıcı ve aydınlatıcıdır. Bir ben olarak her insan, diğerleriyle birlikte ve onlarla kurduğu ilişkiler/iletişimler bağlamında kendi benliğini de oluşturur ve bunun bilincini edinir. Unutulmaması gereken önemli bir şey de şudur: diğerleri karşısında her kişi, her ben de bir “öteki”dir. Ben nasıl bir öteki ise, öteki de bir ben’dir. Bu gerçeği gözden kaçırmanın ya da görmezden gelmenin bedelini, gerek kişisel ilişkilerimizde gerekse toplumsal-kültürel ortamda, her gün çok ağır biçimde ödemiyor muyuz? Kendine bakan, ben’inin aynasında ötekini de görebiliyorsa, kendini görebilir. Aklımız bir gözümüz ise kalbimiz ikinci gözümüz değil midir? Bütün gözlerini kapatan insanlar olabilir. Ama tümüyle kör olan, körleşen bir insan olabilir mi?Felsefe, şiir, bilim başta olmak üzere, bütün bilgi biçimleri insana kendini, kendi benini ve ötekini görmeye yönelen bir göz ve bakış edinme olanaklarını sunabildikleri ölçüde anlamlı ve değerli olmazlar mı?BİR SORU: KİMİM?Bir soru sor kendine: ben kimim? Olabilir soracağın soru, ya da başka bir soru...Bu soruyu başkalarına da sorabilirsin elbette. Sorduğun kişilere göre, bu soruya farklı yanıtlar alabilirsin. Anne-baban, “çocuğumuzsun” diyeceklerdir, öğretmenlerin “öğrencimsin”, arkadaşların ise “arkadaşımsın” diyeceklerdir. Eğer kardeşin varsa, “kardeşimsin” diye yanıt vereceklerdir soruna. Alışveriş yaptığın market ya da manav “müşterimsin” diyecektir. Bir devlet görevlisine soracak olursan, “yurttaşsın” yanıtını alacaksın büyük olasılıkla.Hangi kişilere sorarsan, onlarla olan ilişkilerine/ konumuna göre, alacağın yanıtlar ve karşılıklar da farklı olacaktır. Bütün bu yanıtlar seni tanımlamada, kim olduğunu belirginleştirmede büyük bir rol oynayacaktır hiç şüphesiz. Ancak “kimim?” sorusuna, insanın kendisi bir yanıt vermedikçe, her şeyden önce de bu soruyu kendisine sormadıkça, ne kadar çok yanıt alırsa alsın, bu farklı yanıtlar çokluğunda yine de bir eksiklik söz konusu olacaktır. Niçin mi? “Ben kimim?” sorusunu yönelteceğimiz herkes, bizi kendi bakış açılarına ve konumlarına göre tanımlama ve değerlendirme durumundadırlar. Aynı şey bizim başkalarına yönelik tutum ve değerlendirmelerimiz için de geçerlidir.“Ben kimim?” sorusu, insanın kendini tanıma ve bilme çabasının başlangıcını oluşturur. Felsefe, bilim, sanat ve öncelikle de eğitim, kişilere bu soruyu sordurabiliyor ve yanıt aramada yollar-yöntemler sunabiliyorsa, işlevini yerine getirebiliyor demektir.Sahi, sen bu soruyu sormuş muydun kendine? Sormadıysan, henüz geç kalmış sayılmazsın. Yanıtları bulmak uzun zaman alabilir, ama önemli olan bir soru sorup onun ardından gidebilmek değil midir? İnsan yaşamını anlamlı ve değerli kılan da, sorulardan yanıtlara yanıtlardan sorulara doğru sürüp giden bir düşünme, arama, öğrenme ve yaratma serüveni değil midir?Sözler: “Kendi kendimi araştırdım.” (Herakleitos)Dizeler: “Ne dedim, ne yaptım / Nasıl davrandım? / Düştüm peşime izledim.Sanki ben ve bendim / Önüm sıra, ardım sıra / Dehlizinde kendimizin.” (Metin Altıok)BİR BAŞKA SORU: ÖTEKİ KİM?“Ben kimim?” sorusu, başka bir soruyu da içerir: “öteki kim?” Çünkü kendimizi soru konusu yaparken, bu sorgulamayı ve soru sormayı başkaları olmadan yapamayız. Başkalarından/ötekilerden dolayı kendimizi sorgulamaya yöneliriz. İnsan, birey olarak belli bir çağda ve toplumda yaşayan bir varlıktır. Toplum ise öteki bireylerle birlikte olduğumuz anlamına gelir. Yalnızlıklarımız da toplumsaldır. Bu yüzden kendimizle ilgili soruların ve problemlerin öteki/lerle ilişkili olarak ele alınması gereklidir. Kendi yüzüne bakan ötekine de bakar, ötekine bakan kendine de bakmış olur, görmese de...Ben, ötekilerle birlikteyim. Benim için öteki bireyler, birer öteki olduğu gibi, ben de onlara göre bir “öteki” olarak varım. Öteki kim? Annem-babam, kardeşim, arkadaşlarım, sevgilim, eşim, çocuklarım...Bir bakıma benim dışımdaki bütün bireyler ötekidir. Öteki, başkasının varlığını/varoluşunu ifade eden ontolojik bir kavramdır. Ancak bu kavram, etik-politik ve estetik değer yargılarından ve bakış açılarından da bağımsız değildir. Bu nedenle ötekini düşünürken, ona yönelirken ve ona doğru eylerken, “ötekileştirme” tutumundan kaçınmak gerekir. Ama yaşamda sık sık düşeriz, ötekileştirme tuzağına. “Öteki”ne yönelik bilincimizin bulanıklığı/çarpıklığı bu durumun başlıca nedenlerinden biridir.Ötekini niçin ötekileştiririz? Başkalarının benim gibi olmasını, benim gibi düşünmesini, kısacası bana tabi olmasını ve benden bağımsız özgür ve özgün varoluşuna saygısız davranmayı doğru gördüğümde, ötekileştiririm ötekini. Ötekileştirme, kişiler arasında problemler yarattığı gibi, toplumlar ve kültürler arasında da aynı şey söz konusudur. Çatıştırılmak istenen “uygarlıklar”, aslında önce ötekileştirilmektedir. Batı Doğu’yu ötekileştirmiştir bugüne kadar, AB de bizi ötekileştiriyor, ABD ise bütün dünyayı...Kendimi anlamam-bilmem ve yaşamam için ötekine ihtiyacım var. İnsan olmak, kişi olmak, ancak ötekilerle birlikte söz konusudur. Ötekileştirme, insanın insan olma kimliğine yabancılaşmasıdır. Köle-efendi diyalektiğini aşamayan bir dünyada, ötekilerle ilişkilerimiz hep kırılgan ve çarpık olacaktır. Ötekileştirme, anlamayı ve diyalogu da imkansız kılar. Özgürlük bilinci ve mutluluk isteği, hem kendimiz için hem de öteki için, ortak bir yaşama temeli olarak anlaşılıp özümsenmedikçe, yeryüzünün trajedi vadilerinde akan kan ve gözyaşı nehirleri kurumayacaktır.“Demir Ökçe”nin dünya ve insanlık üzerindeki ayak izleri, küresel masalların silemeyeceği kadar derin değil midir? Sözler: “Her insanda insanlığın bütün halleri vardır.” (Montaigne) Dizeler: “bir başkasının yaşantısıdır dönüp ardımıza baksak çünkü yaşadıklarımız başkasının yargısına tuksak” (Attila İlhan)YALNIZ VE BİRLİKTEBir şiirinde şöyle diyor Ataol Behramoğlu: “Ölümdür yaşanan tek başına/Aşk iki kişiliktir.” Evet belki başkası için yaşayabiliriz, yaşamımızı adayabiliriz, ama başkasının yerine ölmek mümkün değildir. Belki aşk iki kişiliktir ama yine her iki kişi de bu aşkı kendilerince yaşarlar, hissederler ve paylaşırlar. Aşk, sevgi kişiler arsındaki mesafeleri kapatır, sisleri dağıtır ve yakınlaştırır bizi, ama yine de sevgi bile bazen ulaştırmayabilir bizi bir başkasına.Yalnızlık duygusu ve bilinci, başkalarıyla birlikteyken de duyulabilir. Kimi beraberlikler yalnızlıktan kurtarmayabilir kişiyi. Anlaşılmadığımızı düşündüğümüzde, bir kişi olarak değer görmediğimizi düşündüğümüzde, yalnızlık değil midir hissettiğimiz? İnsan yaşamında kurduğu, kurmaya çalıştığı birliktelikler yalnızlığa bir çare, bir önlem olarak düşünülmemelidir. En büyük birliktelik: toplum. Ama bunun içinde yalnız da olabilmelidir birey. Yalnızlığa hakkı olmalıdır. Ancak bu başkalarından uzaklaşma, onlara yabancılaşma anlamında bir yalnızlık değildir. Kendimizi dinleme ve anlama imkanı bulabilmek ve kendimizi dile getirebilmek için gerekli olan bir yalnızlıktır sözünü ettiğim. Filozofun ya da sanatçının yalnızlıkları gibi yaratıcı bir yalnızlık, insanlardan uzaklaştıran değil, onları anlamaya götüren bir yalnızlık. Yalnız olmayı bilemeyen birlikte olmayı bilebilir mi? Her beraberliğin içinde yalnızlıkları taşıdığını düşünüyorum. Her yalnızlık da beraberliklerin izlerini taşır içinde. Ne kadar çekilsek de kendi köşemize, kabuğumuza, toplumsallığın renginden ve kokusundan sıyrılamayız. Yalnız olmayı bilmek bir bakıma, birey olmanın, kendi başına varolabilmenin ve kendi aklıyla düşünebilmenin de bir göstergesidir. Bir bakıma yalnızlık özgürlüğün de olanaklarından biridir. Yalnızlığı göze alabilen kişiler değil midir, toplumsal gerçekliği sorgulayan ve karşı duruşunu ortaya koyabilenler? Kimi beraberlikler kendiliğinden oluşur yaşamın akışı içinde. Ama çoğu beraberliği kendimiz yaratırız duygularımızla, düşüncelerimiz ve değerlerimizle. Günümüzde bencilliğin ve bireyciliğin yaygınlaşması, beraberlikleri (sevgi, dostluk vb.) zorlaştırmakta ve kişileri yalnızlaştırmaktadır. Bu, kişiyi kendini arama ve anlama anlamında bir yalnızlık değil, kendi dünyasına kapanma ve sığınma anlamında bir yalnızlıktır. Başkasında kendini göremeyen ve bulamayanlar ya da başka deyişle kendisinde başkasını göremeyenler, yalnızlık kalesine kendini kilitleyenler değil midir? İletişim çağında yalnızlıkların da çoğalması, insanın değerlerindeki bir azalmanın ve çöküşün de işareti değil midir? Sözler: “Herkesin yaşamında öyle saatler görülür ki, insan yalnızlığı verip, ne denli yavan ve ucuz olursa olsun bir beraberliği almak ister karşılığında; iyi kötü ilk rastlayacağı kişiyle, en sıradan bir kişiyle sözde birazcık bir anlaşma uğruna yalnızlığı elden çıkarmak ister...” (Rainer Maria Rilke)Dizeler: “nedir mi yalnızlık -kendine sor önce-Bir sabah, erkenden, bir kır çiçeğinin üzerinde Görünce parladığını bir çiy tanesinin” (Edip Cansever)
Dr.Mustafa GÜNAY // (Alıntı:http://www.ozgurpencere.com/)
***
YORUM VE KATKILAR:
Sayın SEHPER,Hayatta değişen çok şey var deyip duruyoruz ama değişen insanlar ve hayatı değiştiren de... Kimsenin kimseyi düşünmediğini düşünüyorum. Herkes bencil oldu. İçindekileri dışarıya yansıtırken yalan dolu olarak yansıtıyorlar. Belki fazla abartıyor olabilirim ama bunları yaşayınca verdiğin kıymetin karşılığını almak istemekte de var bir bencillik işte alamamak durumundan kaynaklanan bir bencillik bu da her halde...Ama hep vermek karşılığını alamamak insanı çok üzüyo. Kendini değersiz hissetmeye başlıyosun. AMMMANNNNNNNNNN diyorum artık. Evet önemli olan benim. Önemli olan senin içinde sensin. Sen olmazsan diğer insanların ne önemi kalacak onları önemli yapanda senin varlığın değil mi? Herkese selammmmmmmmAMA HAYATTA HERKES BİRAZ BENCİLLLL.. YAĞMUR DAMLASI
***
Mevlana "neyi arıyorsan O'sun" diyor. Hayat bir arayıştır. Nirengi noktamız ve menzilimiz çok önemli hayatta. Bazı şairler aynaya sormuşlar. "Aynalar, söyleyin bana, ben kimim” diye.İnsan bu dünyadaki yalnızlığını unutmaya çalışıp ebedi bir aşkın peşinden koşandır belki.Bu öyle bir soru ki içinde binlerce soruyu barındırır. cevap mı istiyorsun? her insanın yüreğinde ayrı bir cevap yatar. Çünkü insanoğlu bu dünyada çok özel ve özgündür. Her insan dünyaya kendi penceresinden bakarken ruh prizmasında değişik yansımalar olur.Mutluluk da aşk ta anlam arayışı da bir menzil belirleyip ona doğru yürümektir. Belkide gerçek menzili yoktur bunların. Kim bilir? Durdu GÜNEŞ
***
Merhaba Dostlar,Sitemin yazarlarından Üstadım Galip Baran'ın (79) Sencillik-Bencillik üzerine onlarca yazısı var Sitemin sayfalarında. Buraya eklemem de sakıncası var mı bu yazıları?Yoksa sadece böyle adres eklemekle mi yetineyim? http://www.turkcelil.com/modules/smartsection/category.php?categoryid=8Saygı ile, TürkCelil/Cumok
***
bencillik: kendinizden bahsederken, bahsettiğiniz kişinin sözlerine "ben..." diye başlaması: "ben de...; benim de...; bana da...; bana göre...; vs." Örnek: "Bugün çok keyifsizim." -"ben de..." sencillik: kendisinden bahsederken, bahsettiğiniz kişinin sözlerine "sen..." diye başlaması: "sen de...; senin de...; sana da...; sana göre...; Örnek: "Bugün çok keyifsizim." -"sen de bir gün keyifli ol yahu!"
ÜLKEN/M
***
Sen, sen olmadıkça sen, hiçbir şeysin aslında.Bu dünyada hiç olarak yaşamak hayatın kıyısında köşesinde kaçamak,korkak yaşamak demektir.Böyle hayata da hayat denmez,sen olmayan sana da kişilik denemez.Kişiliksiz bir hayat da hiç yaşanmamış demektir.
DİDEM KUNAL
***
GALİP BARAN’DAN “SON SÖZLER” VE ÖNERİLER:
KAZANMAK! ? ! ? ! ?…
İlla kazanmak.
Para kazanmak
Maç kazanmak.
Seçim kazanmak
Ne pahasına olursa olsun kazanmak
Piyangoda/Lotoda/at yarışlarında kazanmak.
(M. Ö. VII Y.Y. Ait bir yazıttan) :
Ahlaksızca kazanmaktansa onurunla ve dürüstçe kaybet.
Kaybetmenin acısı geçer, oysa, diğerininki ömür boyu sürer.
Geride bırakacağın en büyük miras “onur” ve “dürüstlüktür. XENTİOUS
***
BİR “BİLİNÇ YARIŞMASI” DÜZENLEYELİM
Gereği? Yararı?
Katılma koşulları konularında Üniversitelerden/akademisyenlerden yardım isteyelim.
BİR “BİLİNÇ EĞRİSİ” tasarlayalım,
Dikey koordinatlar “bilinç”; yatay koordinatlar “zaman” olsun
Aynı şekilde bu konuda da, Üniversitelerden/akademisyenlerden yardım isteyelim.
Bir “BİLİNÇ FORMÜLÜ” yazalım.
Einstein’ın Enerji Formülünden yararlanalım . “Bilinç” eşittir “zaman” çarpı “çaba”nın karesi diyelim
Bu konuda da Üniversitelerden/akademisyenlerden yardım isteyelim.
DERİM.
***
TEKAMÜL …
Düşün / Uygula / Gözle / Değerlendir/Sonuç çıkar
(sonucu)Düşün / (tekrar) Uygula / (tekrar) Gözle
(tekrar) Değerlendir/(tekrar) Sonuç çıkar
TEKAMÜL ET
***
BİRLİK…
Kişide / Ailede / (Yakın) çevrede /
Köyde/kentde/ ülkede/kıtada/dünyada
OLABİLİR (Mİ) ???
***
***BİZDEN HATIRLATMASI*** 23. 12. 2007
(Cumhuriyet; 23 Mart 1999)
TOPLUMUN ÖNDE GELEN SORUNU BANANECİLİK17-21 Mart 1999 tarihinde gerçekleştirilen Bodrum HABİTAT Konferansında oluşturulan HABİTAT Trafik Kozası Kolaylaştırıcısı Galip Baran trafik kazalarında “insan kusuru”nu en aza çekme düşüncesinden hareketle başlattığı “okul dışı eğitim” çalışmalarını sürdürüyor…
Trafik Kozası Kolaylaştırıcısı Galip Baran, uygun şekilde üzerine gidildiğinde, toplumun önde gelen problemlerinden birisi olan, “bananecilik” sorununun üstesinden kolaylıkla gelinebileceğini söyledi.
Baran; Bodrum’da, “trafik kurallarına uyalım, uymayanları uyaralım” çağrısından esinlenilerek başlatılan bu tür çalışmaların amacını: “kentsel ve kırsal çevreyi ve doğayı tarihsel yapısıyla koruyacak; çarpık yapılaşmayı, tüketim savurganlığını ve her türlü yanlış iş, davranış ve haksızlığı önleyecek, eşdeyişle, toplu yaşamanın kurallarının tümüne uyma, uymayanları uyarma sorumluluğunu üstlenecek ‘yurttaş’ı üretmek” olarak açıkladı.
Ve ekledi: “Askerlik, vergi, oy gibi zorunlu görevler yerine getirilerek kazanılan vatandaşlığa karşın yurttaşlığı, fazladan bazı sorumluklar üstlenilerek edinilebilen bir statü olarak düşünüyorum”. “HABİTAT diliyle söyleyecek olursam, devleti ‘yapabilir’ kılacak projeleri yaşama geçirmek, toplumsal sorunları, yakınma, eleştirme ve protesto etmenin ötesinde bir anlayışla, ‘eli taşın altına koyarak’ çözmek için çalışıyorum.”
Bodrum’dan sonra Ankara ve İstanbul’da başlattıkları bu uygulamayı yaygınlaştırma konusunda zorluklarla karşılaştıklarını kaydeden Baran, insanların bu tür “okul dışı eğitim” çalışmalarında yer almaktan bazı kaygılar nedeniyle kaçındıklarını ifade etti. Baran, bu kaygıların aşılabilmesi için bu tür etkinliklerde yer almanın önemine dikkat çekti…
***
Bugün 23 Aralık 2007. Yukarıda sözü edilen çalışmada “değişen bişey yok”. “Okul dışı eğitim” çalışmalarına hala itibar eden yok. “Bananecilik”, eşdeyişle, “bencillik” BERDEVAM.
Oysa, dünya değişiyor, “küresel ısınma” çilekeş gezegeni yaşanamazlaştırıyor. Ağır bir bedel ödeniyor, ama insanoğlu değişmemekte direniyor…
Biz birkaç kişi, “nefs”e isyan etmeyi, “nefsi denetleme”yi öğrendik. “Sorun Bencillik; Çözüm Sencilik” şeklinde bir slogan ürettik. Aynı geminin yolcuları olarak “hadi siz de tutun bu işin ucundan” dediğimizde, insanlar, “işim çok, vaktim yok” mazeretine sığınıyorlar, ipe un seriyorlar. “Nefse isyan” etmek zor geliyor onlara. Öyle ki, bazılarımız, bu nedenle, “herkese zor gelen işler uzmanı” olduk.
Yukarıda “yapabilir kılma” ilkesinden söz ettim. Öncelikli hedefi “yaşanabilirlik” olan İstanbul HABİTAT Konferansında, “yaşanabilirlik hedefine ulaşmanın araçlarından birisi olan “yapabilir kılma” ilkesi, STK’ların taahhütlerini yerine getirebilmeleri bağlamında devletin üstüne düşen sorumluluğu tanımlamak için geliştirilmişti. Devlet STK’ları “yapabilir” kılacaktı. Tersi oldu. Bizler, yani STK’lar devleti “yapabilir kılmak” için çalıştık. Devletin kurumları, STK’ları “yapabilemez kılmak” için elden geleni yaptılar. Şöyle ki:
* İstanbul Taksim Meydanı yaya geçitlerinde “Trafik kurallarına uyalım uymayanları uyaralım” çağrısının uygulamasını yapıyordum. Halen Ankara Emniyet Müdürü olan, o günlerde İstanbul’da Emniyet Müdür yardımcısı olarak görev yapan, Ercüment Yılmaz beni gözaltına aldırdı. ( Kırmızı Işık Eylemcisine Gözaltı/ 22. 04. 1998/ Milliyet) Aslında, kendisinin doğrudan sorumlu olduğu bir sorunun çözümüne katkıda bulunmak, böylece onu yapabilir kılmak için çalışan Galip Baran’ı gözaltına aldıran, onu yapabilemez kılan Ercüment Yılmaz’a teşekkür etsem yeridir. O, daha sonra Ankara’da da sürdürdüğü bu tür engelleri çıkarmasaydı, böylesine bilinçlenemezdim. “Herkese zor gelen işler uzmanı” olamazdım…
* Aslında; 2004 yılı yerel seçimlerinde Turgutreis’te yaşayanların Turgutreis’e sahip çıkmalarını sağlama taahhüdünde bulunduğu halde, Turgutreis’e sahip çıkan, benim temsilcisi olduğum Turgutreis Gönüllüleri Platformu yerine, Doğuş Holding’e sahip çıkan, bilinçlenmemde başrolü oynayanlardan birisi olan Turgutreis Belediye Başkanı A. Server Yazgan’a da teşekkür etmem gerekiyor…
* * *
VE DEVLETİ DENETLEME SORUMLULUĞUMUZ…
Şimdi sıra, İstanbul ve Bodrum HABİTAT Konferanslarında öğrendiğimiz “Yönetişim” kavramına geldi. Bu kavram, devletle STK’ların işbirliği yapmalarını sağlamak amacıyla geliştirilmiş olan bir başka ilkeyi, “çözümde ortaklığı” yaşama geçirmek için düşünülmüştü. Yukarıdaki açıklamalardan kolayca anlaşılacağı üzere “çözümde ortaklık” da gerçekleşemedi.
Yukarıda yazdıklarımla; devleti yönetenlere, yaşadıklarımızdan çıkarmaları gereken bazı dersler olduğunu hatırlatmak; benim gibilerin, devlete sahip çıkma çabalarında neden yalnız kaldıklarını anlatmak istiyorum.
Böylece, ayrıca “Devleti denetleme sorumluluğu” mun gereğini de yerine getirdiğime inanıyorum.
ANLAYANA SAZ… Galip BARAN
HABİTAT Yasa Bağımlıları Kozası Kolaylaştırıcısı
8. 07. 2008
“DARBE HAKKI” …
Bu ülke çok darbeler gördü: başarılısı, başarısızı! İnsanlar gördü: darbeden çok şey bekleyeni, beklemeyeni!
Ortalık toz-duman; ülke gene cadı-kazanı; yeni darbeler yolda gibi, ey halkım!
Darbeyle bir yere varılamayacağı artık öğrenildiyse, bu ders alındıysa, yapılması gereken şey: darbeden çok şeyler bekleyenlerin ve de beklemeyenlerin “kendine darbe” yapmalarıdır, eşdeyişle, “yurdu ve milleti özden çok sevme ilkesi”ni özümsemeleridir, yani.
Gülmeyesin, “kendine darbe” nasıl olur“ demeyesin ey halkım!
Ben, “kendine darbe” yapanlardan birisiyim. Kendine darbe yapmak, yukarıda da işaret edildiği üzere, “yurdu ve milleti özden çok sevme” ilkesini özümsemekle gerçekleşiyor. Hiç kimseye zararı olmadıktan başka, faydası da cabası, bu tür bir darbenin…
Sözü edilen ilkenin özümsendiği ortamda hiç kimse bar başkasına haksızlık etmez. Haksızlığın olmadığı yerde, darbeden bir şeyler bekleyen de olmaz; “darbe hakkı “ da doğmaz. “Darbe”ye gerek kalmaz. Bu kadar basit…
Öyleyse; Haydi benim,
Aziz Usta’ya:
Utanırım aldıklarım demeye
Gücüm yetmez borcun ödemeye
Bende hakkın çoktur halkım
Değil böyle bir Aziz
Bin Azizler olsa yetmez
Aldığını vermeye
Utanırım hakkını helal et demeye
Dünya durdukça durasın!
Dedirten HALKIM!
“Yurdu ve milleti özden çok sevme” yarışına!
Galip BARAN,
Bilinç Üniversitesi Rektörü,
Turgutreis-BODRUM
***
10 Temmuz 2008 Yaşar Nuri Öztürk ynozturk@hurriyet.com.tr Türk siyasetini çürüten üç yanlışTürk siyasetinin son altmış yılda ülkeyi perişanlığa götüren temel yanlışlarının üç ana başlıkta verilebileceğine inananlardanız:
1. Dincilik illeti, namı diğer Allah ile aldatmak.
Din istismarı ve Atatürk aleyhine Haçlı Batı ile işbirliği bunun sonucudur.
2. Dinciliğe yalakalık zilleti,
Allah ile aldatanlara görünüşte karşı çıkarken perde arkasında onların tabanından oy koparmak için onların sloganlarını kullanmaya tenezzül etme onursuzluğu bu psikolojinin sonucudur. Riyakârlığın sembolü olan bu tutum, ülkemizde dürüstlüğün kural olmaktan çıkarılmasına yol açmıştır.
3. Laikliği yanlış okuma hamakati.
İlk iki olumsuzluğa karşı çıkmak adı altında dine, imana, Allah’a bütün kapıları kapatmak, Allah ve din sözcüklerini ağzına almamayı ve böylece tüm alanı dinci hıyanete boş bırakmayı ‘laiklik’ (!) sanmak bu hamakatin sonucudur.
Bu hamakatin temsilcilerine göre, Türkiye’de din üzerinden oynanan tahrip hıyanetine uzaktan seyirci kalmak laikliğin icabıdır. Çünkü laik adamlar (!) din söylemlerini ağızlarına almamalıdırlar.
Veyl olsun bu saçmalayan mantığa!
Son yıllarda, işte bu saçmalayan mantık yüzünden, sözde ‘Türk solu’, yediği kazık ağzından çıkmış olmasına rağmen büyük hatasının farkında olmamakta ısrar ediyor. Allah ile aldatan ve camileri birer parti lökaline çeviren dinci siyaset (veya hıyanet) ise bu sözde Türk soluna, uykusundan uyanmasın diye yirmi dört saat dua ediyor.
Bu üç olumsuzluk Türk siyasetini çürümeye götürdü; siyasete güven ve saygıyı yok etti.
Daha kötüsü, yeni ve yenici siyaset adına eskinin en kahırlısı olan dinciliği ülkenin başına bindirdi. Ve halkı, emperyalizmin kodamanlarıyla işbirliği yapmış dinci ekiplere teslim etti.
MASKELİ SİYASETLERİN GETİRDİĞİ YER
Siyasette çürümenin göstergelerinden biri, gizlilik veya ‘kapalı kapılar ardında iş bitirme’ yöntemidir. İlkesizliğin, kitle ile kaynaşmaktan kaçışın, halka güvensizliğin alâmeti farikası olan bu yöntem, Türk siyasetinin, ne yazık ki temel niteliği haline gelmiş bulunuyor.
Türkiye’de siyaset halkla yapılmıyor, üç kağıt tezgâhının bezirgânlarıyla kotarılıyor.
O bir türlü anlayamadıkları, anlamadıkları için de sevemedikleri Atatürk’ün başarısının ve gün geçtikçe onur düzeyi yükselen tarihsel kişiliğinin altında açık siyaset veya halkla birliktelik yatmaktadır.
Atatürk’te, kapalı kapılar arkasında siyaset yok. Her şey; tüm inişler-çıkışlar, olumlu-olumsuz gelişmeler, acılar, ıstıraplar, sevinçler, kahırlar, ümitler ve kaygılar hep halkla paylaşılıyor. Her şey halkla birlikte ve halkın bilgisi dahilinde.
Onurun da, kalıcı başarının da sırrı burada. Türkiye’nin düzlüğe çıkmasının sırrı da burada.
Emperyalist-egemen dış güçlerden icazet alıp içeride halkı sürü gibi gütmek yerine, icazet ve yetkiyi halktan alan ve halkın siyasete katılımına imkân veren bir anlayışa ulaşmak, yani halkın siyasete katılımını sağlamak düzlüğe çıkışın tek koşuludur.
Siyasette böyle bir olgunluğa ulaşmanın koşulu ise paraya dayalı siyasetten, katılıma dayalı siyasete geçmektir.
Oylarının büyük kısmı; dağıttığı paraya, kömüre, eşyaya ve nihayet, halkı Kur’an’a yemin ettirme alçaklığına dayanan iktidarlar, kaderine sahip onurlu bir toplum yaratmak yerine başkalarının merhamet ve güdümüne teslim olmuş omurgasız bir ‘kullar yığını’ yaratıyor.
Haçlı emperyalizm de bunu istiyor. Bunu istediği içindir ki, Türk halkını raiyye (sürü) olmaktan çıkaran Mustafa Kemal’i istemiyor. Ve bunun içindir ki, Mustafa Kemal’e kin ve düşmanlığı Allah’a imanlarının üstüne çıkaran nankörleri baş tacı ediyor, koruyor, kolluyor, destekliyor, besliyor.
Emperyalist Batı; aklın prangalarını kırmış, yaratıcı-özgür benliklerden oluşan bir Türkiye’den çok korkuyor. Ve Batı biliyor ki, kullaştırılmış yığınlar şunu asla soramaz:
“Neden bizi, aşını işinden kazanan insanlar haline getirmiyorsunuz? Neden ulusal gelirin % 80’lik kısmını nüfusun % 5’lik bir kesimi paylaşıyor?”
Kullaştırılmış yığınlar, kursağına atacak birkaç lokma bulunca gerisine fazla bakmadan kafasını sallaya sallaya yürümeye devam eder. Yürümeye ve üremeye. Hele bir de bu kafa sallamaya din-mukaddesat-maneviyat (!) yaftalarıyla dokunulmaz payandalar temin edilmişse, kullar yığının uyanması İsrafil surunun üfürülmesine kalır.
Aklını işleten onurlu insanlar, “Ekmeğe saygılı olun, çünkü gökler ve yerler ekmeğin üstüne oturur!” (hadis) sözünü, emeğe, insanın aşına ve işine saygının önemine vurgu olarak anlar.
Gerçek müminler bunu böyle anlar. Ama hurafe ve Allah ile aldatma dininin aldatılmış mensupları bunu anlamak yerine ‘iane çadırları’ arar. Oralarda bir biçimde karnını doyurunca da susup oturur.
Allah yerine Allah ile aldatanlara kul olmayı hüner sanan raiyye (sürü), abdi memlûk (iradesini başkasına satmış köle. Tâbirler Kur’an’ındır) toplumların kurtuluşu, Allah ile aldatma baronları tarafından yüreğine ve beynine vurulan prangaları kırmaya bağlı bulunuyor.
Kullaştırılmış yığınların dünyasında, ekmek parçasının yere düşmesini önlemek üzere tedbir almak ibadet olur ama, emeğe ihanet eden iç ve dış zalimlerin ekmeğin-aşın tümünü alıp götürmesini önlemeyi istemek ‘hır çıkarmak, fitne yaratmak’ sayılır.
Allah ile aldatılarak köleleştirilmiş yığınların dünyasında, anlamının ve ruhunun tam tersine işletilen temel kurum ve kavram dindir.
Raiyyeleşmiş yığınları güdenler çok iyi bilirler ki, dinin ruhunu karartıp anlamını tersine çevirmedikçe siyaseti raiyye gütmek sanatına dönüştüremezsiniz.
Mâbetler, Allah’a değil de ‘raiyye güdücüler’e teslimiyetin öğretilip belletildiği yerler haline getirilmeden, aldatma ve sömürme tezgahını işletmek mümkün olmaz.
İnsanlığa yöneltilmiş en zehirli ve uzun ömürlü kahırların mayalandığı yer, esas anlamının tersine işletilen mâbet görüntülü mahbeslerdir.
Mâbedin mahbes (hapishane) haline geldiğini fark edememek veya zamanında fark edememek insanoğlunun en yıkıcı gafleti olmuştur.
Ne yazık ki, bu gafletin uyuşturucu etkisi artarak devam etmektedir.

Hiç yorum yok: